Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği basın toplantısında yaşanan gelişmeleri, ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.

Aksakal; “DSP olarak kurulduğumuz günden bu yana savunmuş olduğumuz üretime dayalı halk sektörü ve buna paralel karma ekonomi teorilerimizin doğrultusunda aşılabileceğine dair haklılığımızı bir kez daha ortaya çıkardığı görülmüştür.” dedi.

Aksakal açıklamasında;

“Değerli basın mensupları, saygıdeğer arkadaşlarım,

Covid-19 salgınıyla mücadelenin önemi ve zorunluluğu konularını her hafta gündeme getirdiğimiz malumunuzdur.

Son zamanlarda Afrika ülkeleri kaynaklı ortaya çıkan ve Omikron adı ile anılan yeni varyantın tehlikeli yayılma tehdidi karşısında bireysel tedbirlerin önemine ve toplumsal yaşam koşullarının ciddiyetle kontrol altına alınmasına vurgu yapmak isterim.

Kışın zorlu koşullarının yaratacağı olumsuzluklar halkımızın sorunlu bir mevsim yaşayabileceğini işaret ediyor.

 Hükümet, olası ağır koşulları da hesaba katarak öncelikle toplumsal yaşam alanlarında uygulanmak üzere bir takım ek tedbirleri uygulamaya geçiremezse, bugün Avrupa ülkelerinin yaşadığı manzarayla karşı karşıya kalmaktan kurtulamayacağımız açıktır.

Uzmanların güncel gelişmelere ilişkin belirttiği iki doz aşı zorunluluğunun yalnızca koruma gücünü ortaya koyduğunu, virüsün yayılmasına dair bir önlem

olmadığına ilişkin hatırlatmalarını gözden uzak tutmamalıyız. Zira vaka ve ölüm sayıları halâ ciddiyetini koruyor. Kısacası, uygulamaya konulması esasen elzem olan kısıtlamaların yanında maske, mesafe, temizlik kuralının gevşetmeden uygulanmasını önemle hatırlatıyoruz.

 Yarın “Dünya İnsan Hakları Günü”.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin kabul edildiği gün olan 10 Aralık 1948'den bu yana 73 yıldır kutlanan bu gün her ne kadar ikinci dünya savaşı sonrasında insanlığın barış içerisinde yaşaması temennisinin bir tezahürü olarak kurgulanmış ve Birleşmiş Milletler teşkilatınca sahiplenilmiş ise de en başta ABD bu idealin katledilmesinde birincil rolü üstlenmiştir.

Bugün dünya üzerinde yaşanan kavga, kargaşa, savaş ne kadar insanlık dışı olay varsa hepsinin kurgulayıcısının küresel emperyalizmin öncüsü ABD olduğu tartışmasız bir gerçektir.

Her şeye rağmen insanlık onurunun emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede mutlaka galip geleceğine olan inancımla bu günün dünya insanlığına kutlu olmasını diliyorum.

Değerli basın mensupları,

Ekonomide yaşanan savrulmaları değerlendirmeden önce özellikle dış politikada yaşanan bazı önemli gelişmeler hakkında da görüşlerimizi sizlerle paylaşmak isterim.

Devletimizin Suriye ve Irak sınır bölgelerinde yaşanan terör koridorunu önlemeye yönelik mücadelesi hız kesmeden devam etmektedir.

Zaman zaman PKK/PYD terör örgütlerinin yönetici kadrolarının MSB, Emniyet ve MİT unsurlarının özel operasyonları sonucunda etkisiz hale getirildiklerini görsek de sonucu itibariyle ABD’nin “sözde Kürdistan” kurma stratejisi tüm hızıyla devam etmektedir.

Her zaman ısrarla söylediğimiz gibi; terörün kaynağı kurutulmadıkça kırk yıldır devam etmekte olan bu bataklık daha çok can yakacaktır. Bu sebeple; terörün finansörü ve hamisi olan ABD ile ilişkiler yeniden gözden geçirilmeli, her türlü risk göze alınarak milli ve kararlı bir duruş sergilenmelidir.

Bu topraklar üzerinde on bin yıllık geçmişe sahip olan kadim Türk devletinin bir beka sorunu ile karşı karşıya bırakılması asla kabul edilemeyeceği gibi hiç bir mazeret de geçerli olamayacaktır.

Tez vakitte öncelikle bu sorun çözüme kavuşturulmalı, 84 milyon insanımız artık huzurlu ve güvenli bir geleceği hayal edebilmelidir.

Küresel emperyalizmin öncü devletlerinin kendi aralarında karşılıklı anlaşmalar içerisine girdiklerine dair gözlemlerimiz saklı kalmak kaydıyla, bugün Rusya/Ukrayna sınır bölgesindeki gelişmeleri de yakından ve dikkatle izliyoruz.

Ayrıca, ABD tarafından Yunanistan’ın Dedeağaç Limanı’na indirilerek o bölgede konuşlandırılan binlerce asker, silah ve mühimmatın hangi amaca yönelik olduğu konusunda mantıklı bir açıklamasını beklemeye de hakkımız olduğunu düşünüyorum. Şu kadar ki; Suriye’de Rusya ile ABD’nin arka kapı siyasetinin kararlı bir şekilde sürdüğü anlaşılmakta, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un PYD terör örgütü yöneticilerini kabul edip resmi olarak görüşmesi bizleri bu konuda daha uyanık olmaya mecbur kılmaktadır.

Amerika’nın NATO üyesi bir ülke ile ortak askeri tatbikat yapma iradesine elbette saygı göstermek durumundayız fakat konuşlanma bölgesi ve yapılan yığınak boyutu göz önüne alındığında bu sözde tatbikat planının gerisinde ne gibi başka hesapların yattığına da kafa yormak zorundayız.

Bir taraftan kurulmak istenen sözde Kürdistan’ın Suriye ayağı tahkim edilirken diğer taraftan eş zamanlı olarak resmi kanallardan yazılı bir açıklama yapan Suriye Halk Meclisi, Hatay’ın Suriye toprağı olduğunu öne sürerek Türkiye'yi tehdit edebiliyorsa, “Hatay’ın Türkiye'nin eline kalmaması ve geri alınması için mümkün olan her şeyin yapılacağı” belirtilen bu küstah açıklamanın hangi merkezlerden cesaret aldığının ve hangi örtülü stratejilerin aşaması olduğunun mutlak surette sorgulanması gerekecektir.

Yoksa, Beşar Esad’a sözde Kürdistan’ın Suriye parçası karşılığında Türkiye toprağı olan “Hatay” mı vaat edilmiştir?!

Böyle bir girişim karşısında tereddütsüz demir yumruğunu vuracak olan kahraman Türk Ordusuna karşı Yunanistan’daki yığınak bir tedbir girişimi midir?

Her olasılık hesaplanmalı ve değerlendirilmelidir.

Değerli basın mensupları,

Büyük bir ekonomik krizin tam da ortasındayız ve halk çaresizlik içerisinde, bugüne kadar uygulanan ekonomi politikaların yarattığı olumsuz sonuçların etkisi altında ne yapacağını bilemez halede canhıraş hayat mücadelesi veriyor.

Biraz önce değinmiş olduğum dış politika konularında milli duruş sergilenmesinden rahatsız olan küresel güçlerin, kontrolleri altında tuttukları ekonomik araçları da kullanarak bir kriz derinleştirme stratejisi uygulamaya sokulduğu da su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

Bu badireli sürecin, Demokratik Sol Parti olarak kurulduğumuz günden bu yana, yani 36 senedir savunmuş olduğumuz üretime dayalı halk sektörü ve buna paralel karma ekonomi teorilerimizin doğrultusunda aşılabileceğine dair haklılığımızı bir kez daha ortaya çıkardığı görülmüştür.

Ekonomide yaşanan büyük sarsıntı sonrasında Sayın Cumhurbaşkanının “yatırım, istihdam, üretim, ihracat ve büyüme” temelinde politika değişikliğine gittiklerini açıklamasını bu açıdan olumlu karşıladığımızı belirtmek isterim.

Ancak bununla beraber, böyle bir strateji değişikliğinin 19 yıldır sürdürülen “kazan kazan” kıyafeti giydirilmiş “rant ekonomisinin paydaşları” tarafından nasıl değerlendirileceği hususunda temkinli duruşumuzu da korumak zorundayız.

Bu arada açıklamış oldukları yeni ekonomi politikaları ile üretime yönelmeleri hususunda kendilerine en azından bir “günaydın” deme hakkımızın teslim edilmesi gerektiğine inanıyorum.

Yıllardır “üretim, üretim” diye dilimizde tüy bitti. Ama hükümet edenler azgın kapitalizmin hegemonyasından ve servet hırsından bir türlü kendilerini kurtaramadılar ve ısrarla “liberal ekonomi, serbest piyasa” sarmalına takılıp kaldılar.

Bu değişikliğe henüz açıkça bir isimlendirme de yapmadıklarına göre bu sarmaldan tam olarak kurtulamadıkları da aşikâr.

Dün gerçekleştirilen Kabine toplantısı sonrasında görüşlerini kamuoyuyla paylaşan Sayın Cumhurbaşkanı yatırımdan, istihdamdan, üretimden, ihracattan ve büyümeden söz ederken tüm bunların temelinde esasen üretim ekonomisi tanımının detayları da yer almalıdır.

Kalıcı ve etkili bir üretim sisteminin öncüsü mutlak surette devletin bizzat kendisi olmalıdır. O takdirde özel sektör güvenli mecralarda yeni yatırımlara yönelebilecektir. Aksi halde altı doldurulamayan vaatlerle hiç kimse sermaye getirmez, maceraya girmez.

Dolayısıyla döviz, altın, Türk lirası cinsinden “yastık altındaki kaynakların” ekonomiye katılması, yerli veya yabancı kesimlerce yatırım yapılması beklentisi içindeki Sayın Cumhurbaşkanı, zaman geçirmeden bu ekonomi politika değişikliğinin adını Karma Ekonomi Sistemi olarak tanımlamalı, bu sistemin ivedilikle hayata geçirilmesi için yasal alt yapıyı oluşturmak üzere TBMM’nde gerekli girişimleri başlatmalıdır.

Burada eksik bırakılan bir hususa da vurgu yapmak isterim; üretimin artırılmasına yönelik politika tercihi ortaya konulurken, tüm sektörler için üretimin artırılması sürecini besleyecek diğer yasal düzenlemeler de beraberinde telâffuz edilmelidir.

Mâli, hukuki, teknik ve idari yönden teşvik yasalarında ne gibi değişiklikler düşünülmektedir? Eğer bu konularda tatmin edici gelişmeler ortaya konulamazsa “yeni ekonomi programı” inandırıcılıktan uzak bir söylem haline gelecektir ve günü kurtarma girişiminden öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Hükümet vatandaştan sabretmesini isterken insanların artık mecalinin kalmadığı gerçeğini de görmelidir.

Hakikaten Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik buhranlarından biri yaşanmaktadır. Bu husus iktidar partisince de kabul edilmekte fakat sunulan reçetenin ekonominin genel kurallarıyla çelişen noktaları beklentilerin gücünü zayıflatmaktadır.

Hükümet daha radikal kararlar ihdas edebilmelidir.

24 Haziran 2018 seçimleri öncesi meydanlarda taahhüt edilen 3600 ek gösterge konusu başta olmak üzere, 2022 yılı Asgari Ücret tespitini merakla bekleyen kesimlerin, atama bekleyen Öğretmen, Sağlık Memuru, Ziraat Teknisyeni gibi kamu kitlelerin ve EYT mağdurlarının sorunlarının da çözüm beklediği bir süreçte ekonomi politikalarda üretim ekonomisi stratejilerinin hayata geçirilmesi kararının önemi daha bir öne çıkmaktadır.

01 Aralık’ta çalışmalarına başlayan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, yapılan ikinci toplantı sonrasında toplumsal beklentiyi karşılayacak bir miktar için güven verici yaklaşımdan uzak görüntü sergilemektedir.

Burada, elbette Komisyonun ortak mutabakatı sonrası açıklanacak olan 2022 yılı Asgari Ücret miktarının belirlenmesinde Sendika Başkanlarının dirayetli tutumlarının etkili olacağı hususu tartışmadan varestedir.

TÜRK-İŞ Başkanı Sayın Ergün Atalay’ın Asgari Ücret zammının enflasyonu karşılaması gerektiğine yönelik beklentisini söyledikten sonra "Ülkeyi yönetenler kısa zamanda önümüze makul bir rakam getirirlerse kısa bir zamanda ortaklaşa imzalarız. Ancak beklentimiz altında bir rakam olursa katılmayacağımızı söyledim. Kamuoyunu fazla meşgul etmenin bir anlamı yok. İnşallah umduğumuz gibi olur." demesi geçen yılın görüşmeleri sırasında sarf ettiği "Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle." sözünü ister istemez aklımıza getiriyor.

Değerli arkadaşlar, şu bir gerçektir ki; gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse diğerleri de yanlış gider.

Bakınız; çalışanların temsilcisi, patronun inayetine sığınmış durumda, “makul bir rakam” bekliyor!

Enflasyon oranının üstünde bir zam beklentiniz varsa önce “bu oran nedir?” sorusuna yanıt oluşturmak zorunda değil misiniz? Bu komisyon ne iş yapar orada?

İlk yanlış mevcut enflasyonun tespitinde yapılmakta ve bu yanlış üzerine bir ücret politikası bina edilmeye çalışılmaktadır.

Bugün gerçek enflasyon rakamı ile TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamı arasında uçurumlar vardır.

En basit hesaplama ile bugünün rakamları bir yıl öncesi aynı günün rakamlarıyla kıyaslandığında;

 

                                      2020                2021        Artış Oranı

Ekmek (kg.)                    7,01               10,71             % 53

12 kg. Mutfak Tüpü    119,50             215,00             % 80

Dana eti (kg.)                51,00               98,00             % 92

Motorin (lt.)                    6,56               10,07             % 54

USD                               7,81               13,59             % 74

EURO                            9,47               15,36             % 62

Altın (gr.)                    472,41             785,67             % 66

..olduğu görülecektir.

Oysa TÜİK’in sayın yöneticileri hangi “engin bilgiye” dayandırmışlarsa, Kasım ayı itibariyle yıllık enflasyon oranını % 21,31 olarak açıklamakta, halkın da buna inanmasını beklenmektedirler. Şaka gibi!

Buradan ekonomiyi sözüm ona yönetenlere şunu hatırlatmak isterim; halkın tenceresinde kaynatmaya çalıştığınız “umut çorbası” dibini tutmuştur. Hayali rakamlarla gerçeği perdeleyemezsiniz.

Demem odur ki; Asgari Ücret Tespit Komisyonunda yer alan başta çalışanlarımızın hak ve menfaatlerini koruma sorumluluğunu taşıyan Sendika temsilcilerimiz olmak üzere, İşveren ve Hükümet temsilcilerinin İnsan Hakları Günü yıldönümünde “insana yakışır” bir ücret belirlemeleri gerekir.

Bugün üçüncü toplantı gerçekleştirilecek. Yani işin sonuna doğru yaklaşılmaktadır.

Bu ücretin de gerçek enflasyon rakamları ortalaması seviyesinden az da olsa 25 Kasım 2021 tarihli Basın Toplantımızda belirttiğim gibi % 62 artışla 4.580.- lira olarak belirlenmesi, dar gelirli insanlarımıza bir nebze de olsa soluk aldırabilecektir.

Değerli basın mensupları,

Ekonominin evrensel kuralı kâr ve kazanç üzerine bina edilmiştir. Her ne şekilde anlatılmaya ya da anlaşılmaya çalışılırsa çalışılsın gerçek şudur ki; başkalarına ait olup da ihtiyacımız olan mal, para ya da hizmetin (eğer bağış değilse) mutlak surette bir karşılığının olacağı izahtan varestedir.

Bunlara; mal için “kira”, para için “faiz”, hizmet için “ücret” adı verilmektedir.

Dolayısıyla bu değerlerin miktarını ve artışını belirleyen mekanizma kurumlar ya da kişiler değil, enflasyonun doğrudan kendisi olduğu gerçeğiyle yüzleşmek mecburiyetindeyiz.

Faizin “haram” olması kuralını, bu gerçeği perdelemek için kullanamayız, buna sığınamayız. Haram olan tefeciliktir, stokçuluktur, karaborsacılıktır, fırsatçılıkla yapılan soygunculuktur.

Demek ki; mal ve hizmet üretiminde ekonominin belirleyici unsurlarından olan arz ve taleplerimizde dengeli gelişmeyi yaratabilirsek, başta tarımsal üretim olmak üzere eş zamanlı olarak tarımsal sanayiyi ve endüstriyel sanayiyi, devamında ağır sanayi gücümüzü ortaya koyabilirsek, ürettiklerimizi dünya piyasalarında pazarlayabilirsek döviz girdilerimizi çoğalttığımızda elbette enflasyon düşecektir ve buna bağlı olarak mal, para, hizmet karşılığı olan bedeller de aynı oranda aşağı çekilmiş olacaktır.

Hatta, uluslararası arenada daha çok sözümüz dinlenecektir.

Değerli basın mensupları, değerli arkadaşlarım,

Son söz olarak şunu da belirtmek isterim; TBMM’ne sunulan 2022 yılı Genel Bütçesi evlere şenlik görüntüler eşliğinde görüşülüyor. Muhalefetin okunan bütçe içeriğinde yer alan olumsuz yönlerine ilişkin çözüm önerilerinin gündeme getirilerek karşı gerekçelerini göstermesinin daha yararlı olacağına inanıyoruz.

Fakat kısır tartışmaların, anlamsız hareketlerin, yumrukların ve hakaretlerin havada uçuştuğu bir ortamda esasen Gazi Meclisimizin itibarını zedeleyici manzaraların yaratılması demokrasimiz adına kaygı verici boyutlara ulaşmaktadır.

Sunulan bütçenin daha yeni yıl girmeden son ekonomik gelişmeler karşısında neredeyse yarı yarıya kayba uğradığını hatırlatmak isterim.

Cumhurbaşkanlığının yani hükümetin bu gelişmeler çerçevesinde ilave bir bütçeye ihtiyaç duyacağı şimdiden ayan beyan ortadadır.” şeklinde konuştu.

Sivil Düşünce Haber Portalı