Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği basın toplantısında yaşanan gelişmeleri, ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.

Aksakal açıklamasında;

“Değerli basın mensupları, saygıdeğer arkadaşlarım,

Her toplantımızda değindiğim bir hususu yeniden hatırlatarak sözlerime başlamak istiyorum. Covid-19 salgını tüm hızıyla yayılmaya ve can yakmaya devam ediyor.

Yüz bin rakamını geçen vaka sayısı ve yeniden 200’lü rakamlara dayanan vefat sayıları kaygılarımızı artırıyor.

Buna karşın Sağlık Bakanı Sayın Koca; “Artan vaka sayıları konusunda Sağlık Bakanı’nız olarak yüksek sesle söylüyorum. Endişe etmeyiniz. Hastalık eski günlerindeki gücünde değil. Grip olan vatandaşlarımızın sayısını günlük olarak ilan etsek benzer manzaralarla karşılaşırız. Müsterih olunuz.” diye bir açıklama paylaşıyor.

Buradan Sağlık Bakanına iki çift söz söylemek isterim; her gün ortalama 200 kişinin yaşamını yitirdiği bir pandemi sürecinde hadiseyi genel grip vakaları düzlemine indirgemeye kalkışmak düpedüz insanlarla alay etmektir, bir başka ifadeyle “ben artık yoruldum” demenin Fransızcasıdır. Eğer siz hakikaten millete “müsterih olunuz” diyebilecek kadar rahatsanız sizin anlayacağınız pencereden örnekleyerek, imam-cemaat ilişkisi benzeri, önerilerinize (!) itibar edilmesi sonrası yaşanacak her ölüm vakasının aslî faili siz olacaksınız.

Biz Sağlık Bakanına rağmen tüm yurttaşlarımızın her türlü riski göz önünde bulundurarak, bugüne dek nasıl kendilerini korudularsa aynı yöntemlere riayet etmelerini, aşı olmayanların mutlak surette en az üç doz aşılarını yaptırmalarını ısrarla rica ediyoruz.

Kış mevsiminin de etkisiyle kar yağışı ve soğuk havalarla birlikte gelişen olumsuz hava koşulları yaşamın her alanında yurttaşlarımıza sıkıntılı günleri beraberinde getiriyor.

Küresel ısınmanın yarattığı kuraklık ve yeraltı sularının çekilmesi karşısında elbette bol yağışlı bir kış mevsimi beklentimiz ortaya çıkmakta, ancak son günlerde başta İstanbul’da olmak üzere yurdun büyük bölümünde yoğun kar yağışının yarattığı esareti de yaşamak zorunda kaldığımız yadsınamaz bir gerçektir.

Bu sürede yüzlerce köye ulaşım kesildi, İstanbul-Ankara arası otoyolda Bolu Tüneli bölgesinde binlerce insan saatlerce mahsur kaldı.

Doğanın gücü karşısında insanoğlunun çaresizliğini bir kenara koyarsak, yaşanan olumsuzlukları siyasetin malzemesi haline getirmenin, başta “getirenler” olmak üzere kimseye bir yarar sağlamadığı gerçeğini de görmek zorundayız.

Bilâkis vatandaşın tamamına yakını da bu tür çekişmelerden önemli ölçüde rahatsız olmaktadır ve artık bunu açıkça yüksek sesle dile getirmektedir.

Hazırlıksız, programsız bir yöntem, liyakatsiz personeller elinde zaten bu kadar sonuç yaratabilirdi, fazlasını onlardan beklemek de sadece “iyi niyetli” olmakla izah edilebilir.

Değerli basın mensupları,

Dış politikada her zaman tanımladığımız gibi “üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili” bir ülkenin sahibiyiz.

620 yıl üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun elbette üç kıtadan da düşmanları, nesiller boyu devam eden kindarları olacaktır. Tamamen yok etmeyi planladıkları Türk milletinin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşı sonrasında küllerinden yeniden doğan 16.ncı Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ile uğraşmaları yadırganacak bir husus değildir.

Yadırgadığımız kısmı şudur ki; o şanlı mücadeleyi zaferle taçlandıran bir liderin gölgesi altında siyaset yapan birtakım siyasetçilerin, küresel sistemin etkin aktörleri ile yakın mesai içerisinde yeni yol haritaları belirleme gayretleridir.

Türkiye - Amerika ilişkilerinde yeni bir döneme girmiş bulunmaktayız. Zira geçtiğimiz hafta itibariyle Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanına “Güven Mektubunu” sunan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Jeffry Flake, devletlerarası ilişkilerin normal normlarında bir çalışmanın aktörü olmadığını henüz atanmadan önceki süreçte sözde Ermeni soykırımını tanıdığını açıklayarak ortaya koymuştu.

O tarihte yapmış olduğum açıklamamda da belirttiğim üzere esasen kendi kongrelerinde Türkiye Cumhuriyeti devletini “soykırımcı” statüsüne koyan bir anlayışın tümüyle mahkûm edilmesi gerekirken, münhasıran böyle düşünen bir Büyükelçi ile geleceğe yönelik ne düzeyde sağlıklı bir ilişki kurgulanabilir?

Tüm bunların öncesinde ABD Başkanı Joe Biden’ın Başkan seçilmeden bir yıl önceki bir konuşmasında Türkiye’de yönetimi değiştirme konusunda küstahça bir yaklaşım sergilediğini de hatırlayacak olursak, bundan sonra iki ülke arasındaki ilişkilerin dostluk ve müttefiklik çerçevesine sığmayacak boyutlara ulaşacağını tahmin etmek zor olmasa gerektir.

Suriye’nin kuzeyinde yapılandırılma çalışmaları hızla sürdürülen “sözde Kürt devleti” planları, ABD’nin Karadeniz bölgesinde yeni hâkimiyet alanları yaratma stratejisi, Ukrayna – Rusya geriliminde perde gerisinden ortamı gerecek girişimlerde bulunması gibi olaylar birlikte değerlendirilirse kısa vadede çokça önemli olaylara gebe bir dönemin bizi beklediğini söyleyebiliriz.

Bugün birtakım ülkelerin Büyükelçilerinin değişik siyasi partilerin etkin aktörleriyle yoğun bir görüşme trafiği yürütmesinin altında yatan gerekçelerini de doğru tahlil etmek mecburiyetindeyiz. Bu konuda büyük önder Atatürk çok önemli bir öngörüde bulunarak şöyle seslenmişti:

“Efendiler! Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur.”

Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklâl vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin plânlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!

Bugün aynı kaygıları yaşadığımızı ifade etmek isterim. Elbette yabancı misyon temsilcileriyle diyalog, ülke menfaatleri sınırları içerisinde olmak kaydıyla makul görülmelidir ancak eğer birtakım ülkeler Türkiye’nin demokratik yaşamını iğdiş edecek girişimlerde bulunuyor ve buna partner arayacaksa herkesin uyanık olmak ve ona göre davranmak gibi yüksek sorumluluğu vardır.

Bu gibi ilişkileri önemle ve dikkatle takip ettiğimizin de altını çizmek isterim.

Değerli arkadaşlarım, saygıdeğer basın mensupları,

Ekonomide yaşanan şiddetli sarsıntıların yarattığı hasarın bertaraf edilmesine dair hayata geçirilen ekonomik tedbir ve uygulamaların maalesef etkili bir boyuta ulaşamadığını gözlemliyoruz.

Her ne kadar dövizdeki sistematik yükselişin “köpüğü” almış olarak gösterilmeye çalışılsa da esasen gerek alım gücünün alabildiğine irtifa kaybetmesi, gerek 2022 yılı ücretlere yapılan artış miktarı, tıpkı dövizin üzerindeki köpük misali bir anda erimiştir.

Vatandaş zor durumdadır, fukaralık daha da yaygın hale gelmiştir. İşin ilginç tarafı şudur ki; artık devleti yönetenler de bunun aksini söyleyemez durumdadır. Hatta “bu kötü gidişi biz düzeltebiliriz, bir-kaç ay sabredin” gibi dayanaksız iddiaları da ortaya sürebilmektedirler. İnsanların aklına ister istemez Hoca Nasrettin’in “ölme eşeğim ölme, yaz gelsin yonca biçeceğim.” hikâyesi geliyor.

Bakınız; TÜRK-İŞ tarafından yapılan son araştırmada dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 5 bin liraya, yoksulluk sınırı da 14 bin liraya dayandı. Peki böyle bir manzara karşısında asgari ücretin 4.253 lira olarak belirlendiği bir ülkede halkın mutlu ve müreffeh bir yaşam sürdüğünü kim iddia edebilir?!

Bu haksızlıktır, bu adaletsizliktir, bu kul hakkı yemektir! İnsanların çaresizlik içerisinde çırpındığı fakru zaruret halini; "İmtihan dünyasında kul, varlıkla beraber yoklukla, nimetlerle beraber külfetle de sınanır” gibi absürt bir yaklaşımla izah etmeye çalışanlar bilmelidirler ki hayatın gerçekleri karşısında toplum artık bu gibi kandırmacaları dinlemek istemiyor.

Türkiye bu sorunlarını mutlak surette aşabilecek kudrete sahip bir ülkedir, bundan kuşkumuz yok. Yeter ki vatanını ve milletini seven, yeter ki devletin kuruluş ilkelerine sıkı sıkıya bağlı inançlı, liyakatli kadrolar işbaşında olsun.

Küresel sistemin her daim sahnede olduğu ülkelerde, bizde de olduğu gibi çarpık ekonomik sistemlerin ve politik ilişkilerin neticesinde bugünkü sonuçlar kaçınılmazdır.

Hatırlayacak olursanız anayasal düzen değiştirilmeye çalışılırken ekonomideki olumsuzlukların sebebi olarak en önemli gerekçe koalisyonlar diye halka dayatılmıştı.

 “Koalisyonlardan çok çektik” diyerek adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen düzen hayata geçirildi. Oysa geçmişte halkın meclise gönderdiği ve ülkeyi yönetme yetkisi verdiği partiler arasında bir uyum aranır, sağlanır ve ülke yönetilirdi.

Bugün gelinen noktada daha seçimler bile konuşulmazken siyasi partiler arası koalisyon arayışları gündemin birinci sırasını işgal ediyor. Her gün ittifakların mevcut yapıları ya da olası ortakları konuşuluyor.

Demokratik Sol Parti olarak bugünden uyarıyoruz; önümüzdeki süreçte öyle görünüyor ki seçim öncesi kurgulanan partiler arası ittifaklar yerine ittifaklar arası ittifak dönemi başlayacak ve bu devlet ciddi bir beka sorunu ile karşı karşıya bırakılacaktır.

Siyaset kurumu bu olası krizi bertaraf etmek mecburiyetindedir. Zaman geçirmeden, henüz seçimlere normal süresi itibariyle bir buçuk yıl varken

gerekli yasal ve anayasal düzenlemeler meclise getirilmeli, milletçe karşı karşıya kalacağımız bu büyük badireden ülkemiz mutlak surette korunmalıdır.

İktidarda bulunan AK Parti başta olmak üzere parlamentoda yer alan siyasi partiler bu uyarımızı dikkatle değerlendirmeli, gereğini mutlaka yerine getirmelidir.

İlk olarak hazırlıklarının tamamlandığı açıklanan ancak paylaşılan içeriği itibariyle ülke gerçekleriyle örtüşmediğini düşündüğümüz Seçim Kanunundaki değişikliklerden anti demokratik seçim barajı mutlak surette sıfırlanmalıdır.

Seçimlere katılma yeterliliğindeki partilere yapılan hazine yardımı hakkaniyet ölçülerine getirilmelidir. Bunlar bir anayasa değişikliği konusu değildir ve parlamentoda bu irade çok kolay ortaya konulabilir.

Bunun dışında toplumsal güveni yeniden tesis edebilmek için ivedilikle uzlaşılması gereken bazı anayasa değişikliğine tabi hususlar da meclis gündemine taşınmalı burada başta Sayın Cumhurbaşkanı tarihi bir misyon üstlenmeli, uzlaşma masasını kurmalıdır.

Kuvvetler ayrılığı ilkesine tereddütsüz işlerlik kazandırılmalıdır. Cumhurbaşkanlığı makamı toplumun tümünü kucaklayacak şekilde tarafsız konuma taşınmalıdır. Yargı mekanizması her türlü müdahaleden arındırılmalı ve hukukun üstünlüğü yeniden tesis edilmelidir.

Saygıdeğer basın mensupları,

Hükümetlerin ekonomide, dış politikada ya da sosyal politikalarda yaptığı yanlışlar bir şekilde telafi edilebilir. Ancak devletin bekası adalete olan toplumsal güvene bağlıdır. Onun için “Adalet mülkün temelidir.” diyoruz.

Eğer bir ülkede hükümetin Adalet Bakanı istifa etmek zorunda kalıyorsa bunun bir tek anlamı vardır, demek ki artık tuz kokmuş, deniz bitmiştir!” sözlerine yer verdi.

 


Hibya Haber Ajansı