İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, partisinin grup toplantısında konuştu. Akşener, konuşmasında şu ifadeleri kullandı:

"Biliyorsunuz, 11 ayın sultanı Ramazan Ayı geldi çattı.

Yüce Allah’a hamdolsun.

Bu mübarek ayda, Allah ibadetlerimizi makbul, tekrarını da nasip eylesin.

Aziz milletim;

Ak Parti iktidarının ve Nebati Bakan’ın;

ışıltılı gözler ve iş bilmezliğin getirdiği bir garip özgüvenle,

“Şubat’tan daha iyi olacak.” dedikleri, Mart ayını geride bırakıyoruz.

Ama maalesef, zamları, geçim darlığını, işsizliği,

siftahsız kapanan dükkanları, toprağına küsen çiftçilerimizin dertlerini,

bir türlü geride bırakamıyoruz.

Maaşlar erimeye, paramız değer kaybetmeye aynen devam ediyor.

Tüm bunlar olurken, Bay Kriz ise;

2007, 2011, 2015, hatta 2019 seçimlerindeki vaatlerini, yeniden vadedip,

açılışı, yıllar önce yapılmış tesisleri, yeniden açarak,

kendini, sözde icraat gösterileriyle oyalıyor.

Emeklilerimizin, memurlarımızın, esnafımızın çilesi,

Bay Kriz’in gündemine bir türlü giremiyor.

Gençlerimiz, başka ülkelerin hayalini kurarken;

doktorlarımız, başka ülkelerde gelecek ararken;

tencere kaynatamayan anneler, çile çekerken;

evladına harçlık veremeyen babalar, imkansız ay sonu hesaplarına, mahkum edilmişken;

Ak Parti’nin liyakatsiz kadroları, 3 maaş, beş maaş, 10 maaş alıp,

saraydaki sefalarını, alıştıkları lüks hayatı, aynen sürdürüyor.

Memleketin gençleri, KPSS’den yüksek puanlar alıp,

dayısı olmadığı için, mülakatta elenirken;

Bay Kriz’in yetkin kadroları, gördükleri her makamın, buldukları her maaşın üzerine,

çekirge sürüsü gibi çöküveriyor.

Dikkatinizi çekiyor mu;

Bu haksızlığa, bu adaletsizliğe, bu doymazlığa, çok uzun zamandır işaret ediyoruz.

Ama nedense bu konuda, bu arkadaşların ağızlarını, bıçak açmıyor.

Bize, hemen her konuda, yalan yanlış laf yetiştirmeye çalışıyorlar,

ama bu konuya gelince, nedense tek bir iktidar mensubu, çıkıp da;

“Nerede o beş maaş alanlar, 10 maaş alanlar?

Gösterin bakalım.” diyemiyor.

Çünkü yaptıkları adaletsizliği, haksızlığı, en iyi onlar biliyor.

Değerli dava arkadaşlarım;

Size bir soru:

Sizce bir Bakan Yardımcısı, neden üç ayrı yerden maaş alır?

Memleketin gençleri, işsiz ve çaresizken;

bir bakan yardımcısı, hangi vicdanla, ayda 314 bin lira maaşı cebe indirir?

Bu iktidarın tek bir atanmışı, nasıl olur da, 75 asgari ücretlinin maaşını alabilir?

Milyonlarca vatandaşımız, yoklukla, yoksullukla mücadele ederken;

İşi, sözüm ona, milletine hizmet etmek olan bir insan,

nasıl olur da;

Bakanlıktan maaş,

Bankadan, yönetim kurulu üyeliği maaşı,

ve yine aynı bankadan, bir de huzur hakkı alıp,

bir de utanmadan, milletin cebinden çıkan o paraları, çatır çatır yiyebilir?

Böyle bir vicdansızlık olabilir mi?

Maalesef oluyor.

Maalesef yiyorlar.

Yarın yokmuş gibi, o sandık hiç gelmeyecekmiş gibi yiyorlar.

“Aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar” yiyorlar.

Gördükleri her makama çöküyor, buldukları her maaşı cebe indiriyor,

milletimizin sıkıntılarını da, kendilerine zerre dert etmiyorlar.

Saray bürokratları, ballı maaşlarla, günlerini gün ederken;

Sıra millete gelince, “Kemerinizi sıkın” diyorlar.

Hatta Bay Kriz, bir de utanmadan çıkıp,

vatandaşa, sağlıklı yaşam tavsiyeleri veriyor.

Değerli dava arkadaşlarım;

Biliyorsunuz, “herşeyoloji” profesörü Sayın Erdoğan,

her şeyden, “bir kibrit kutusu” kadar anlar,

ama kendini her şeyin uzmanı görür.

Bir kibrit kutuluk müktesebatıyla,

gün gelir, ekonomi literatürüne katkı sağlar,

gün gelir, doktorlara hekimlik öğretir.

Nitekim, bu arkadaşımız, son olarak, yaşam koçluğuna soyundu.

Memlekette ne kadar diyetisyen varsa, an itibariyle panikte.

Neymiş;

Geceleri, manda yoğurdunu, kestane balı, Medine hurması ve yulafla karıştırıp,

öyle yiyecekmişiz.

Niye?

Çünkü şifaymış…

Manda yoğurdunun kilosu, 70 lira.

750 gramlık Medine hurması, 205 lira.

Kestane balı, 250 lira.

Yulaf ezmesinin yarım kilosu, 15 lira.

Neymiş?

Şifaymış.

Peki bu şifa, bir asgari ücretlinin hanesine nasıl girecek?

Orası belli değil.

Sayın Erdoğan;

Biliyorum, senin fesli meczuptan öğrendiğin,

son derece sınırlı tarih birikiminde bulunmaz ama;

Bilge Kağan der ki;

“Türk Budunu!

Ben işimi doğru yaptım.

Az budunu çoğalttım, açları doyurdum, çıplakları giydirdim.

Yoksul budunu bay kıldım.”

Türk’ün devlet anlayışında, devletin başının asıl işi,

vatandaşını refah içinde yaşatmaktır.

Hadi bizim uyarılarımızı dikkate almıyorsun, anladık.

Bari tarihimize kulak ver.

Senin işin, milletimize gece yatmadan önce yemek için, tavsiyelerde bulunmak değil;

milletimizin istediğini yiyip, yatağa da karnı tok girmesini sağlamaktır.

Millete şifa formülleri anlatmayı bırak, milleti nasıl doyuracaksın sen asıl onu anlat.

Ayıptır, günahtır.

Aziz milletim;

memleketimizin içinde bulunduğu kriz ortamına,

ve milletçe karşı karşıya bırakıldığımız onca sıkıntıya rağmen;

geleneksel “Ak Parti İsraf Festivali”, tüm şaşasıyla sürüyor.

Milletin kesesinden, sınırsız bütçeleri, bol maaşları, rahat rahat harcamaya devam ediyorlar.

Çünkü hala, “Ceketimi assam seçilirim.” havasındalar.

Hala, iktidarlarını sonsuz sanıyorlar.

Hala, ülkeyi şahsi şirketleri, bu büyük milleti de, marabaları görüyorlar.

Giderayak sergiledikleri, bu utanmazlık, bu genişlik, bu rahatlık, işte bundan…

Tevfik Fikret, dizelerinde ne güzel söylemiş:

“Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!

Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak!

Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,

Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Varsın onlar, giderayak, kapış kapış, çanak çanak, yemeye devam etsinler.

Varsın onlar, yarın yokmuşçasına, çalıp oynamaya devam etsinler.

İktidar sarhoşluğunun biteceği, gerçeklerle yüzleşecekleri, o kutlu vakit yaklaşıyor.

Bu devletin de, bu ülkenin de, gerçek sahibinin millet olduğunu anlayacakları,

Sandıkta milletimizin elinden yiyecekleri, okkalı tokatla sarsılacakları,

o kutlu güne çok az kaldı.

Bu haram düzeninin bitmesine,

Zengin, mutlu ve huzurlu bir Türkiye’ye uyanmamıza, çok az kaldı.

Hiç merak etmeyin, İYİ Parti iktidarına çok az kaldı!

Değerli milletvekili arkadaşlarım;

Siyasi partilerin bir iddiası olur.

Ya, daha donanımlı bir kadro ile göreve talip olursunuz.

Bakınız, Şekil 1A.

Ya, daha iyi bir sistem önerisi ile göreve talip olursunuz.

Bakınız, Şekil 1B.

Ya da;

haklarını alamayan işçiye, memura, emeklilere ve gençlere,

daha iyi şartlar sunmak için göreve talip olursunuz.

Bakınız, Şekil 1C.

Yani koltuğa değil, göreve talip olursunuz.

Kişisel çıkarlarınız için değil, milletinin çıkarları için göreve talip olursunuz.

Millet teveccüh gösterip de, o göreve geldiğinizdeyse,

parti ceketini çıkartır, devlet insanı ceketini giyersiniz.

Milletinin tamamına hizmet etmek için, çalışmaya başlarsınız.

“Bizim belediyenin manda yoğurduyla” değil,

“bizim milletimizin dertleri” ile meşgul olursunuz.

İşte bu kadar basit.

Şimdi buradan,

Bay Kriz ve arkadaşlarının başımıza bela ettiği, bu ucube sistemi,

inatla savunanlara, sormak istiyorum:

Eğer bugün Türkiye’de, yargı bağımsız olsaydı;

bu kadar yolsuzluk yapılabilir miydi?

Bir bakan, kendi şirketine dezenfektan ihalesi verip,

sonra da, hiçbir şey olmamış gibi, ortalıkta dolaşabilir miydi?

Bir savcı çıkıp, soruşturma açabilseydi;

bu ülkenin bakanları, sade bir vatandaş gibi, hesap vermek zorunda olsaydı;

Türkiye’de yolsuzluk, bir kanser gibi yayılabilir miydi?

Eğer ülkemizde, yargı bağımsız olsaydı;

çiftçilerimiz kredi alamazken,

devletin bankası, eşe dosta, televizyon kanalı satın alsın diye,

yüzlerce milyon dolarlık, karşılıksız kredi verebilir miydi?

Türk Telekom, bir yabancı şirkete satılıp,

bu aziz milletin milyarlarca doları, yurt dışına transfer edilebilir miydi?

Bu işin sorumluları, hesap vermeden, ortalıkta gezebilir miydi?

Eğer memlekette, ihaleler denetime tabi olsaydı;

1 buçuk milyar dolarlık köprü, 13 milyar dolarlık gelir garantisi ile, ihale edilebilir miydi?

Eğer maliye bağımsız olsaydı;

Dara düşmüş milyonlarca insanımıza, haciz koyan maliye,

yandaşların, milyarlarca liralık vergi borcunu, tek kalemde silebilir miydi?

Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, yüz yıllık kurumları, güçlü ve ayakta olsaydı;

devletin bakanı çıkıp, pişkin pişkin, “bürokrasiyi alaşağı ederiz” diyebilir miydi?

Diyemezdi.

Devletimizin kurumsallığı ayakta olsaydı, bunların hiçbiri yaşanmazdı.

Ülkenin kurumlarına sızmış ahlaksızlar, ülkenin kaynaklarını böyle sömüremezdi.

Kuvvetler ayrılığı dememizin, hukuk devleti dememizin sebebi, işte budur.

Bizim hedefimiz;

ahlaksızlığı ödüllendiren, bu ucube sisteme son verip,

yerine, ahlaklı olmayı mecbur kılan, Türkiye’ye yakışır bir sistemi getirmektir.

Bu kadar basit.

Devletler, ahlaksızlıkla yıkılır.

İşte tam da bu nedenle, Ak Parti’nin en büyük günahı,

ahlaksızlığı, hırsızlığı, yüzsüzlüğü sıradanlaştırmasıdır.

Bizim derdimiz, yok edilen o ahlakı geri kazanmaktır.

Ahlaksızların ceplerini doldurduğu, rüşvetçilerin caka sattığı, yüzsüzlerin de sırıtarak dolaştığı,

bu ucube sistemi, ülkemizden söküp atmaktır.

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in hedefi budur.

İşte o nedenle biz;

Kurumsal ve fikri farklılıklarımıza rağmen,

6 siyasi parti olarak, bu yolda, çok önemli bir adım attık.

Biliyorsunuz, ilkini 12 Şubat’ta gerçekleştirdiğimiz toplantının sonrasında,

28 Şubat günü, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerimizi,

ana hatlarıyla, milletimizin takdirine sunmuştuk.

Geçtiğimiz hafta sonu da, yeniden bir araya gelerek,

hem parlamenter sisteme geçiş sürecinin, detaylarını konuştuk,

hem de, ülkemizde yaşanan, güncel sorunları istişare ettik.

Yalnız görüyoruz ki;

Bu tablo, Cumhur İttifakı bileşenlerinin canını çok sıkıyor.

Elbette anlayışla karşılaşıyorum.

Çünkü, şimdiye kadar yürüttükleri, “cambaza bak” oyunu bozuldu.

Çünkü şimdiye kadar yürüttükleri, kutuplaştırma siyaseti dağıldı.

Çünkü rahatları bozuldu, rahatları…

Yalnız kendilerini şimdiden uyarmak istiyorum:

Bu daha başlangıç.

O rahatlar, daha çok bozulacak, çoook.

Sarayda yan gelip yatanlara da,

Sarayın gölgesinde keyif çatanlara da,

Bay Kriz’i arkasına alıp, “rantastik” hayatlar yaşayanlara da,

bundan sonra rahat yüzü yok.

Ona göre…

Nitekim;

Bu rahatsızlıktan mütevellit olsa gerek,

siyasi bir dumur hali, Cumhur ittifakını esir almış durumda.

Biz ne zaman buluşsak, iktidar cephesinden birileri hoplayıveriyor.

Biz asıl mesele sistemdir dedikçe, onlar ısrarla aynı soruyu soruyor;

“Adayınız kim?” diyorlar.

Defalarca söyledim, yine söylüyorum;

Adayımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin, 13’üncü Cumhurbaşkanı olacak.

Bu kadar net.

Ama onlar ısrarla isim konuşuyorlar.

Aday belli olmadan yapılan toplantıların, anlamsız olduğunu söylüyorlar.

Oysa bizim itirazımız, tam da buna zaten.

Sorun, bu kafa yapısının ta kendisi.

Biz, yeni bir “tek adam” belirlemek için bir araya gelmedik.

Biz, Türkiye’yi, bu ucube sistemden kurtarmak için bir araya geldik.

Bu ucube sistem yerine,

kuvvetler ayrılığına dayalı bir hukuk sistemini, nasıl hayata geçireceğimizin,

yol ve yöntemlerini konuşuyoruz.

Çünkü Türkiye’nin, şahıslara değil, kuvvetler ayrılığına dayalı bir hukuk sistemine ihtiyacı var.

Türk Milleti’nin, kurtarıcıya ihtiyacı yok.

Türk Milleti’nin, acilen, bu ucube sistemden kurtulmaya ihtiyacı var.

Anlamadıkları, anlamak istemedikleri gerçek, işte bu.

Adalet, demokrasi, kalkınma, zenginleşme, en başta bir sistem sorunudur.

Türkiye, bu ucube sistemle, daha fazla yönetilemez.

Buna 4 yıldır, ziyadesiyle şahit olduk, olmaya da devam ediyoruz.

Gelişmiş ülkelere bakın.

Bu ülkelerde, kişi başına düşen milli gelir, Türkiye’nin 5 katı, 10 katı.

Bu ülkelerde hukuk var.

Adalet var.

Demokrasi var.

Zenginlik var.

Dünyanın en iyi eğitim kurumları, bu ülkelerde.

Peki, bu ülkeler, başarılarını, bir kişiye mi borçlular?

Bu başarılarını, bir kişinin vizyonu ile mi sağladılar?

Ya da bu günlere, süper yetkili başkanlar sayesinde mi geldiler?

Hayır.

Bu ülkeler, başarılarını, kim başa gelirse gelsin işleyen, sistemlerine borçlular.

Başarılarını, kuvvetler ayrılığına borçlular.

Başarılarını, ortak akılla iş yapan kurumlarına borçlular.

Bizim de, Türkiye için istediğimiz model işte budur.

Kim başa gelirse gelsin, işleyen bir sistem kurmaktır.

Bu tartışma;

“Kim aday olacak?” tartışmasından çok daha önemli,

çok daha ileri görüşlü bir tartışmadır.

Biz, 6 parti olarak, Türkiye’nin işte bu hayati ihtiyacını görüyoruz.

O nedenle de, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem diyoruz.

Onlar masanın şekliyle, altıyla, üstüyle, örtüsüyle, bacaklarıyla uğraşıyor;

biz, Türkiye’nin geleceğini, milletimizin ihtiyaçlarını konuşuyoruz.

İstedikleri kadar hoplasınlar.

İstedikleri kadar tepinsinler.

Bizim için hava hoş.

Biz İYİ Parti olarak;

Devletimizin kuruluş kodlarını hatırlatmaya devam edeceğiz.

Kaybolan devlet kurumsallığımızı inşa etmek için, durmadan çalışmaya devam edeceğiz.

Ortak aklı ve ortak faydayı esas alarak,

makulde buluşarak,

milletimizin ve memleketimizin sıkıntılarını, konuşmaya devam edeceğiz.

Bu vesileyle buradan,

başta, ev sahipliği yapan Sayın Ali Babacan olmak üzere,

toplantıya katılan Sayın Genel Başkanlara,

huzurunuzda, bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.

Allah bizleri milletimize karşı utandırmasın.

Aziz milletim;

Biliyorsunuz, arkadaşlarımla birlikte;

Memleketimizi 26 aydır, il il, ilçe ilçe geziyoruz.

Her ziyaretimizden sonra da,

Yüce Meclisimizin kürsüsünden,

vatandaşlarımızın sesini duyuruyor,

dertlerine dair çözümlerimizi sunuyoruz.

Aynı zamanda, bu vesileyle, her hafta iktidarı;

Lüks salonlarından dışarı çıkmaya,

Sokaklardan yükselen sesi dinlemeye,

ve vatandaşlarımızın gerçekleriyle yüzleşmeye çağırıyoruz.

Anlaşılan bu çağrılarımız;

birilerinin sinirine dokunmuş, uykularını kaçırmış olacak ki;

Geçtiğimiz hafta, Tokat’ta, bir çiftçi buluşması düzenlendi.

Her ne kadar, buluşmanın içeriği;

Bir tarafta, “Maşallahlar”, diğer tarafta da, “Arz ederimlerle” bezeli olsa da;

İnsanlık için küçük,

ama Sayın Erdoğan için, son derece büyük olan bu adımı, tebrik ediyorum.

Madem bizi dinlemeye başladınız;

O zaman, bir sonraki buluşmanızı da,

bakanlarınızla görüşme şerefine nail olamayan,

sarayınızda ağırlanmayan,

Vali Bey’in de tanıdığı olmayan,

yani, sesini duyuramayan çiftçilerimizle yapmanızı bekliyoruz.

Ayrıca yüreğiniz yetiyorsa, bir sonraki yayını;

banttan değil, bir zahmet, canlı olarak izlemek istiyoruz.

Değerli dava arkadaşlarım;

Biz de geçtiğimiz hafta, Kayseri’deydik.

“Ekemiyoruz, biçemiyoruz, çocuklarımızı geçindiremiyoruz.

Nerede bu devlet?” diye soran çiftçilerimizin,

Çaresizlikten, hayvanını satmak zorunda kalan besicilerimizin,

“Lambaları yakmaya tereddüt ediyoruz.” diye sitem eden esnaflarımızın,

dertlerini dinledik.

Tomarza’da, 10 senedir hayvancılık yapan bir kardeşim diyor ki;

“40’a yakın malım vardı.

Ama şu an elimde, 15 tane kaldı.

Onları da, bugün yarın satacağım, bitireceğim.

Çünkü bir torba yem, 350 lira.

Gücümüz yetmiyor.

Mazot desen, o da 20 liradan aşağı düşmüyor.

Hayvancılık bitecek, köylü bitecek.

Bu millet ne yapacak?

Şehirdeki insan ne yapacak?

Aç kalacak.

Köylü, milletin efendisiydi.

Köylü, sarayın kölesi oldu.”

Bir başka çiftçi kardeşim diyor ki;

“Geçen ay, 250 liraya aldığım yemi, bu ay 350 liraya aldım.

Bir ayda 100 lira zam gelir mi?

Vatandaş gebe hayvanlarını kestiriyor.

Yemini karşılayamıyor, tarlasını ekemezse ne yapacak?”

Ülkemizde önceden, mera hayvancılığı ve besi hayvancılığı vardı.

Ancak Ak Parti iktidarının elinde,

artık mera hayvancılığı, bitme noktasına geldi.

Biliyorsunuz, bir Mera Kanunu var.

İktidarın, 20 yıldır değiştirmeye doyamadığı, meşhur Mera Kanunu…

Kayserili bir çiftçi kardeşim, bu kanuna isyan ediyor.

Diyor ki;

“Hiç mera hakkımız yok.

Otlak hakkımız yok.

2007 yılında, köyümüzde 5 bin hayvan varken, şimdi 500 hayvan var.

Yaylalarımız da ormana yazıldı.

Biz yaylaya göçemiyoruz.

Hayvancılık da yapamıyoruz.

Nasıl geçinecek bu insanlar?”

Nitekim, Bay Kriz’in, Tokat’taki çiftçi buluşmasında da,

benzer sorunlara değinen,

artan yem fiyatlarından dolayı, hayvanlarına bakamadığı söylemeye çalışan,

bir üreticimiz vardı.

Sivil Düşünce Haber Portalı