semra @ sivildusunce.com
Van’da ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiyim. Okulun adı: Atatürk İlkokulu. Zaten başka seçenek yok; okulların, cadde ve sokakların adı ya Atatürk’tür yahut da Cumhuriyet… Sınıf öğretmeni sıraları tek tek dolaşıp ödevleri kontrol için defterlere bakıyor. Ödevini yapmayan öğrencilere ya tokat atarak yahut elindeki kaba sopayla parmaklarını üçgen yapmalarını söyleyerek vuruyor. Ağlayan ve dayak yememek için yalvaran çocukların sesi duvarlarda yankılanırken sınıfın geri kalanı korkudan tir tir titriyor… Sıra bana geldi. Ödevimi yaptığım halde korkudan nutkum tutuldu ve gösteremedim. Öğretmen tırnaklarını çeneme geçirerek öyle bir tokat attı ki aradan yıllar geçtiği halde hiç unutmadım…
İlkokul dördüncü sınıfı okuyorum. Öğrencilerin büyük çoğunluğu köyden yürüyerek geliyorlar. Fakir ve Türkçeyi iyi konuşamayan çocuklar. Okula ders başladıktan sonra ancak gelebiliyorlar zira yolları uzun ve adımları peki bir küçük. Her geç kalışta azar işitiyorlar. Ana dilleri olan Kürtçeyi iyi bilmelerine karşın Türkçeyi çat pat biliyorlar. Öğretmen sorduğu sorulara geç yanıt veren öğrencilere yine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayınca bu kez öğrenciler şöyle açıklıyorlar: ‘’öğretmenim, senin söylediklerini kafamızda önce Kürtçeye sonra da Türkçeye çevirerek sana cevap veriyoruz’’
Ortaokula ilk başladığım sene. Okuldaki başörtülü bir öğretmene heves eden ailem benim de başörtüsü takmamı istedi, başörtüsü takmaya başladım. Bulunduğumuz muhitte yalnızca yaşlı teyzeler başörtüsü takıyordu. Çevreden alaycı bakışlar altında okula gitmeye başladım. Kendi aralarında söyledikleri sözler kulağıma kadar geliyordu ‘’gerici biri daha çıktı, bunların hepsi Hümeynici (o zamanlar İslami usullere göre yaşamak isteyenlere bu şekilde ‘hakaret’ edilirdi- İran’da İslam devrimi yapan Hümeyni ), yaşlı kadınlar gibi başörtü takıyor…’’ O an ki çocuk psikolojisini varın siz düşünün… Okuldaki öğrencilerin bir kısmı da benimle alay ettiler. Kimi aileler de benden cesaret alarak kızlarına başörtüsü takarak okula göndermeye başladılar. Okul ikiye ayrılmış gibiydi. Başörtülü bir öğretmen ve birkaç kız öğrenci. Okulun geri kalanı tarafından ötekileştiriliyor, horlanıyor ve dışlanıyorduk ama pes etmedik…
Muş, Malazgirt’te okuyorum. 1990’lı yıllar; Türkiye’de köy boşaltmalarının, katliamların ve faili meçhullerin kol gezdiği karanlık bir dönem. Lise kaçıncı sınıfı okuyorum bilmem lakin Milli Güvenlik dersinin olduğu yıllar olduğunu iyi hatırlıyorum. Derse askeriyeden bir subay giriyor. Ödev, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi. Hitabenin bir kısmını ezberledim fakat tamamını ezberleme gereği duymadım zira hayatımın geri kalanında bana hiçbir faydası olmayacağını düşünüyordum –bu düşüncem hiç değişmedi. Öğretmen, öğrencileri tek tek tahtanın önüne çıkararak hitabeyi okumasını söyledi. Sınıfta parmakla sayılabilecek kadar öğrenci hitabeyi ezberlemiş. Ezberlemeyenler ise subay ‘öğretmen’ tarafından tekme tokat marifetiyle ‘ehlileştirilmeye’ çalışılıyor. Sıra bana geldi, tahtaya çıktım; ezberlediğim kısmı öyle gür bir sesle ve şevkle okudum ki subay ‘öğretmen’ geri kalanı okumama gerek olmadığını söyleyerek en yüksek notu verdi. Zira biliyordum ki o ve ona benzer insanlar abartıyı seviyorlardı çünkü devlet sistematiği bize bunu öğretmişti.
Bugün geriye baktığımda eğitim sisteminde ve ülkenin gençliğinde çok şeyin değiştiğini sevinerek izliyorum. Bugün çocuklar Kürt olduklarını söyleyebiliyor, kızlar okullara başörtülü gidebiliyor. Benim çağdaşlarım aylar öncesinden kitap bulma telaşesi yaşarken bugün kitap ve defterleri dahi devlet karşılıyor. Yeterli mi, değil elbette. Ana dilde eğitim veren okulların açılması gerekiyor…
Milat Gazetesi yazarı ve Sivil Düşünce haber sitesi Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Coşkun eğitimci olmasının verdiği bilgi, birikim ve tecrübelerle yukarıda sıraladığım konulara dayanan çok sayıdaki sorunu hem dile getiriyor hem de kalemine taşıyor. Umarım Milli Eğitim Bakan’ı bu serzenişleri dikkate alır ve eğitim sistemindeki sorunlar giderilir.