semra @ sivildusunce.com


Fatih, İstanbul’u fethedince Venedik’ten İstanbul’a gelen bir heyet -Paganlar ya da şeytani tarikatlar- rutin ayinlerini yapmak üzere Medusa’nın kesik başının içinde olduğu lahiti, çok miktarda mücevheratın olduğu hediyelerle sunarak Fatih’ten istemiş ancak Fatih kabul etmemiş ve bu heyet başarısız olmuştu. 

***
Abdulhamid Han, lahidin içinden çıkan cesedin kime, neye ait olduğunu öğrenmek üzere yurtdışından ünlü bir bilim adamını getirterek cesedi gösterir. Cesedi gören bilim adamı ilk görüşte dehşete kapıldığı bu cesedi inceler ve rapor hazırlayarak padişaha sunar. Raporda, ‘’Bu bozulmaya başlamış olan, dev görünümlü, insana başına benzeyen, yılan gibi kıvrılmış bu yaratık, muhtemelen dinozor çağından kalan dev bir yılan veya dinozora benzeyen bir yaratık’’ tespitinde bulunur.

Bilim adamının bu yönde karar vermesinde Abdulahmid’in etkisi olmuş olabilir. Bulunan kafanın Medusa’ya ait olmadığı intibasını uyandırmak için bu yönde rapor hazırlatmış olması da ihtimaller dahilinde zira Yerebatan Sarnıcı’nın olduğu yerde şeytani tarikat asırlar boyu ayinler yaparak, Medusa’nın kesik kafasının bulunduğu lahit ile ilgili sırları üyelerine veriyorlardı.

Bu olaydan sonra şeytani tarikatlar ve bunlara bağlı dış güçler tarafından Abdulhamid iyice hedef haline getirilerek tahttan indirilmesi için herşeyi yapmışlardır…
Bu şeytani tarikat tam da Medusa’dan ümidini kesmiştir ki, kale duvarlarından içeri girip kaybolan bir Çingene çocuk olayın boyutunu değiştirir. Bu çocuk, ‘yarı insan, yarı yılan’ kadının sırrına vakıf olur ve bir süre sonra yolunu bulup dışarı çıktığında ‘Ben Şahmeran’ı gördüm’ demesiyle bu söylenti kulaktan kulağa yayılarak tüm İstanbul’un diline dolanır.

O günden sonra İstanbul’da ‘tarihi kazılar, keşifler, belgeseller’ adı altında kazılar yapılmaya başlanır. Bu kazıların asıl büyük nedeni Ayasofya’nın altındaki gizem, dehlizler ve sarnıçlarda olabileceği tahmin edilen Medusa’nın kesik başıdır.

***
1935’ten bu yana yerli ve yabancı araştırmacılar, Ayasofya’da incelemeler yaparak sarnıçlarda ve dehlizlerdeki saklı gizemi bulmak için araştırmalar yapıyor. Ayasofya Yıllıkları, 1945’te sarnıçtaki suyun boşaltılıp araştırma yapılmasına karar verildiğini, ancak sarnıçlardaki suyun azalmadığını, motorun yanmasıyla bu işten vazgeçildiğini yazıyor. İngilizlerin, İstanbul’u işgal ettiği yıllarda da Ayasofya’nın altındaki sarnıçlarda araştırmalar yapılmıştır. 1992 yılında yapılan ‘Ayasofya’ adlı belgesel de de Ayasofya’nın gün yüzüne çıkmamış gizemi beyaz perdeye taşınır. 1917’de İngiliz askerlerinin Ayasofya’nın altındaki sarnıçlarda araştırma yaptığı 2009 yılında bir grup belgeselcinin araştırmasıyla ortaya çıkarılmıştır.   
2009 yılında 1700 yıllık sırları gün yüzüne çıkarmak üzere Ayasofya’nın dev kubbesinin altındaki zemine gömülü sarnıcın kapağını açarak içeri girer. İçeride İngiliz askerlerinden kalma su mataraları, kandillerin camları ve muhtemelen bir tutsağın ayaklarına bağlanmış pranga bulunur. Bütün bu ‘tarihi, belgesel’ adı altında yapılan araştırmaların asıl amacı Medusa’nın kesik başını bulmak için yapılıyor olamaz mı?!

***
Hürriyet, 2009’da bir grup belgeselcinin Ayasofya’da yaptığı araştırmayı ‘Ayasofya’nın sırlarına daldılar’ başlığıyla haberine taşıdığı yazısı şöyle:
‘’Ayasofya’nın altındaki yaklaşık 1700 yıllık sırların, efsanelerin peşine düşen belgeselci Göksel Gülensoy, iki dalgıç ve dört mağaracıyla bugüne kadar girilmemiş mekânlara ulaştı. Dalgıçlar, sarnıçların Yerebatan ve Topkapı Sarayı’yla bağlantılarını araştırdı. Mağaracılar Tekfur Sarayı’ndan, Adalar’a uzandığı rivayet edilen gizli geçitleri bulmaya çalıştı. Çekimine 1998’de başlanan belgesel, bütçe, resmi izinler ve müzede sürdürülen restorasyon çalışmasının çıkardığı engeller nedeniyle ancak tamamlanabildi. 50 dakikalık “Ayasofya’nın Derinliklerinde”, sonbahardan itibaren uluslararası yarışmalara katılacak.

Dev kubbenin altında, ana salonun zeminine gömülü sarnıç kapaklarından önce girişe yakın olanı açıldı. Çevresindeki betona bakılırsa, uzun zamandır kullanılmamıştı. Ayasofya Yıllıkları, 1945’te zemindeki suyun boşaltılıp araştırma yapılmasına karar verildiğini, ancak sarnıçlardaki suyun azalmadığını, motorun yanmasıyla bu işten vazgeçildiğini yazıyordu. Yani, kapaklar 64 yıl sonra ilk kez açılıyor, tarihte ilk kez zemine bir dalgıç iniyordu. Saat sabahın 9.30’uydu, su sıcaklığı aralık ayının da etkisiyle 6 dereceye düşmüştü. Sarnıca kameraman Engin Aygün ve ardından fotoğrafçı Ozan Çokdeğer indi. Bir hafta önceki ön keşif çalışmasında, ucuna ip bağladıkları kamerayı suya sarkıtmış, geçide benzer bölgeler görmüşlerdi. Kapak, dalgıç tüpünün geçemeyeceği kadar dardı. Bu nedenle, 50 metrelik hortum hazırlanmıştı. Geçitler binanın derinlerine uzanıyorsa, dalgıçlar burada nargile sistemiyle hortumdan soluk alarak ilerleyecekti.

İlk kapağın altındaki sarnıç 12 metre derinlikteydi. Ozan Çokdeğer, dibe yaklaştığında kürek sapını andıran, ağacın damarlarını bile görebileceği kadar iyi korunmuş iki kalın sopaya rastladı. Dokunduğu anda toza dönüştüler. Ardından bir kova çıktı karşısına. O da dokunur dokunmaz tuz buz oldu. Bunların dışında bir hayvan iskeleti vardı zeminde. Yaklaşık 50 dakika sarnıç duvarlarını inceleyip, su üstüne çıktı.

HEYECAN YARATAN FOTOĞRAF

Araştırma ekibinin dalış için sadece bir günlük, yani 8 saatlik çalışma izni vardı. Hızla, kubbenin merkezine daha yakın olan ikinci kapağa yöneldiler. Müzenin eski müdürlerinden Erdem Yücel, yönetmen Göksel Gülensoy’a yıllar önce eski bir fotoğraf göstermiş, bunun Ayasofya’nın temellerinde çekildiğini söylemişti. Fotoğrafta, Yerebatan Sarnıcı’nı andıran suyla dolu bir mekânda bot içindeki araştırmacılar görülüyordu. Sismik araştırmalar da büyük salonun altının boş olduğunu göstermişti. Ön inceleme sırasında ikinci sarnıca kamera sarkıtan ekip, kapağın iki metre altında, binanın merkezine ve çıkış kapısına uzanan iki geçit saptayınca heyecanlanmıştı. Bu geçitler Yerebatan’dan, Topkapı’ya kadar uzanabilirdi.

KUTSAL SU MATARALARI

Dalış amiri Levent Karataş ve acil durum dalgıcı Kenan Ergüç, kameraman ve ardından fotoğrafçıyı iple ikinci sarnıca indirdi. Önce dibe kadar indiler. Balçıkla kaplı zemin aşağılara doğru gidiyordu. Sanki, çöküntüyle kapanmıştı. Dizlerine kadar balçığa batan Çokdeğer’in ilk gözüne çarpan, 1917 tarihli 10 civarında asker matarasıydı. İşgal yıllarında kutsal sudan almak isteyen İngiliz askerleri düşürmüştü bunları. Ardından Ayasofya’yı aydınlatan dev avizelerdeki kandillerin camları çıktı. Biraz daha karıştırınca, eline bir zincir geldi. Ucunu çektiğinde, iki halkayla karşılaştı. Prangalı bir tutsağın hayatı muhtemelen burada sona ermişti. Bu düşünceyle ürperen Çokdeğer’in, gittikçe bulanan suda en son gördüğü vitray benzeri, 7 renkli bir camdı. Bulduğu objelerden birkaçını daha net görüntülenmesi amacıyla sarnıç dışında bekleyenlere iletti. Bunlar daha sonra tekrar suya atıldı. Taş örülü duvardaki, kapatılmış geçitleri de inceleyen, görüntüleyen iki dalgıç yaklaşık 50 dakika sonra sarnıçtan çıktı. Doğruca bahçedeki seyyar röntgen aracına gidip, film çektirdi. Yönetmen Gülensoy’un talebi üzerine, Sağlık Bakanlığı’nca görevlendirilen aracın personeli, dalgıçların vücudunda herhangi bir yabancı cisim bulunmadığına dair rapor tuttu. Bakanlık bulguların yerinde bırakılması, yapıda iz bırakacak herhangi bir değişiklik yapılmaması koşuluyla çekim izni vermişti. Bu nedenle kapalı geçitler de zorlanmamıştı. 
Ayasofya’nın ana salonundan girilen tünellerdeki araştırma ve görüntüleme çalışmasını ise Yaman Özakın yönetimindeki Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Mağara Araştırma Derneği (BUMAD) üstlenmişti. Dört tecrübeli mağaracının, dalgıçlar gibi, araştırma ve çekim için 8 saati vardı. 

YERALTINDA 283 METRE

Kasklarına profesyonel kameralar yerleştirilmişti. Önce İGDAŞ ekibi geçidin girişinde zehirli gaz ölçümü yaptı. Tehlike yoktu. Ardından dört kişilik ekibe gaz dedektörleri verildi. Aşağıya sarkıtılan mağaracılara Ayasofya Müzesi Başkanı Doç. Dr. Haluk Dursun da katıldı. İlk ayak bastıkları salon koridor gibi uzundu, sütunlarla güçlendirilmişti. Buradan Sultanahmet Meydanı ve Topkapı Sarayı yönüne, yaklaşık 70 santim yüksekliğinde, taş örülü iki tünel uzanıyordu. 5. yüzyıldaki güçlü Bizans İmparatoru II. Teodosios’un halka görünmeden Ayasofya’dan Tekfur Sarayı ve Hipodrom’a geçtiği tünel bu olmalıydı. Mağaracılar iki ekibe ayrılıp, zıt yöndeki tünellere girdi. Tuğladan kemerlerle güçlendirilmiş tüneller 50 metre sonra ikiye ayrılıyor, bir kolları kubbenin altına doğru ilerliyordu. Bu uçlar kapanmıştı. Yaman Özakın ve Emrah Çoraman, lazer yardımıyla ölçüm yaptı, kroki çıkardı. Pelin Kurt ve Aydın Menderes, Topkapı Sarayı yönünde ilerlemeyi sürdürdü. Menderes, önce 25 santim yüksekliğindeki bir tünelden sürünerek, ilerledi. Taşların arasından, ışığın sızdığı bir noktaya rastlayınca kalem kamerasını buradan dışarı çıkardı. Avluya ulaşmıştı. Geri döndü, bu kez daha dar bir başka bölümden sürünerek geçip, iki metre yüksekliğinde, yaklaşık beşer metrekarelik iki odaya ulaştı. Çevrede kemikler, testi kırıkları vardı. Kaynaklara göre Ayasofya’ya 13. yüzyıla kadar sadece bir kişi gömülmüştü: Çocuk Aziz Antinegenos. 200 yıl sonra ise Patrik Athanasius defnedilmişti. Muhtemelen ulaşılan oda bu iki kişinin mezarıydı. Ve Ayasofya zeminindeki 283 metrelik tünellerdeki keşif turunun en heyecan verici bulgusu bu odaydı.

GÖKSEL GÜLENSOY (Yönetmen)

Altı, üstünden daha heyecan verici

1990’da Semavi Eyice’nin öğrencilerinden, dostum Doç. Dr. İhsan Tunay beni Ayasofya’da gezdirmiş, birbirinden ilginç efsaneleri anlatmıştı. Sayesinde bu yapıya tutkuyla bağlandım. 1992’de efsanelerin ışığında yapıyı anlattığım “Ayasofya” belgeselini çektim. San Sebastian, Tampere ve Ankara film festivallerinde ödül aldı. Bu şevkle, Ayasofya’nın sırlarını saklayan tünel ve sarnıçlar üzerine ikinci filmin çekimine başladım. Doç. Dr. Haluk Çetinkaya’nın danışmanlığında, zemindeki gizemi araştırdım. Bence Ayasofya’nın altı, üstünden çok daha heyecan verici. Üçüncü filmimde, Apsis’in altındaki iki odanın izini sürmek istiyorum. Ayasofya’nın ilk papazının eşyalarıyla gömüldüğü, Topkapı Sarayı’na tünelle bağlandığı söylenen oda daha önce derinlemesine araştırılmamış.

DOÇ. DR. HALUK DURSUN (Ayasofya Müzesi Başkanı)

Müze birkaç yıl kapatılıp, kapsamlı bir restorasyondan geçirilmeli

1935’ten bu yana yerli ve yabancı araştırmacılar Ayasofya’da incelemeler yapıyor. Yine de birçok özelliği henüz bilinmiyor. Belgesel ekibi bence çok önemli iki bulguya ulaştı. Kaynaklarda papaz mezarı olarak geçen odaları keşfettiler ve sarnıçlar hakkındaki şehir efsanelerinin doğru olmadığını ortaya çıkardılar. Bu bulgular arkeolojik açıdan da incelenmeli. Aslında Ayasofya, bir süre ziyarete kapatılıp kapsamlı bir taramadan geçirilmeli. Türkiye’nin tüm restoratörleri toplanıp, hızla mozaiklerinin ve diğer bölümlerinin bakımı yapılmalı. Ayrıca İstanbul’a Klasik İstanbul ya da Doğu Roma Medeniyeti Müzesi kurulmalı ve bu yapıdan çıkanlar bu müzede sergilenmeli.

PELİN KURT - AYDIN MENDERES (BUMAD üyesi mağaracılar)

Tarihin içinde yürüdük

Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi gören Pelin Kurt (21) ile İTÜ Gemi İnşaat Fakültesi mezunu Aydın Menderes (26), BUMAD’ın etkinlikleri kapsamında birçok mağara keşfi yaptı. Ancak “Ayasofya’nın Derinliklerinde” belgeseli için ilk kez bir tarihi binanın dehlizlerini keşfe çıktılar. 1.60 metre boyundaki, 55 kilo ağırlığındaki Menderes, dar geçitleri aşma konusundaki mahareti nedeniyle ekibe seçilmişti. “Öyle dar geçitlerden geçtim ki, başımı yan çevirip sürünmem gerekti. Ama ilk kez tespit edilen papaz mezarlarına ulaşınca bu çabaya değdi” diyor Menderes. Kurt ise daha önce Zonguldak’taki maden ocakları gezisinden bu tür ortamlara hazır olduğunu, yine de gaz zehirlenmesinden endişe ettiğini söylüyor. 

OZAN ÇOKDEĞER (Dalgıç, fotoğrafçı)

Tünelin çökmesinden korktum

Aslında inşaat mühendisiyim. Mağaracılık ve dalgıçlık hobim. Türkiye’nin tüm önemli kara ve denizaltı mağaralarına girdim. Bu iş önerildiğinde, tarihi bir mekâna dalacağım için heyecanlandım. Ancak hava kabarcıklarının basıncıyla tüneller çökebilir, soğuk suda hipotermi tehlikesi yaşayabilirdim. Sarnıçlara yedek el tüpüyle indim. Neyse ki sorun yaşamadım. Fakat sarnıçlardaki objelerle bu kadar yıldır ilgilenilmemiş olması beni üzdü. Kapakların açılıp, kapsamlı bir çalışma yapılması gerekiyor.

Ses Yetkin Dikinciler müzik Cahit Berkay’dan

“Ayasofya’nın Derinliklerinde” belgeselinin yapımı 11 yıl sürmüştü. 1998 Kasımı’nda NTV için yapımına başlanmış, ancak maliyeti bütçeyi aşınca kanal projeden çekilmişti. 2001’e kadar kendi kaynaklarıyla çekimi sürdüren Göksel Gülensoy, parası tükenince yurtdışına gitmiş, 2007’ye kadar çeşitli TV kanallarında çalışıp para biriktirmişti. Dönüşte de gereken izinleri alıp filmi geçen ay tamamlandı. Cahit Berkay müziğini besteledi, Yetkin Dikinciler metni seslendirdi. Film ekim ayında Antalya Film Festivali’nde gösterime çıkacak. Daha sonra ulaslararası yarışmalara katılacak.’’
 
Kaynakça: http://www.sivildusunce.com/23140-istanbulun-sirlarla-dolu-gizemi-medusa.htmlhttp://www.hurriyet.com.tr/ayasofya-nin-sirlarina-daldilar-12196331 
Not: Bir sonraki yazımda, Dünya Bankası’nın ‘sarnıçların korunması’ iddiasıyla finans ayırmasının asıl nedeni Medusa mıdır? Dünya Bankası’nın bu bölgeye olan ilgisinin gerçek  nedeni nedir?