Bazı aklı evvellerin hâla “tiyatro” dediği bu darbe girişiminde, dünyadaki en ünlü film yönetmenlerinin bile akıl edemediği görüntüler mevcuttu. Ne olduğunu anlayınca sokağa ilk fırlayanlar da Erdoğan'ın çağrısından önce bunu yapmıştı. Türkiye'de ilk kez olan bir durumdu bu ve darbecilerin de şaşkınlığına neden oldu.
Zaman geçtikçe, incelenen bazı sosyal medya hesaplarında Temmuz vurgularının olması da tesadüf değildi. Bir üniversitenin rektörü 15 günlük erzak depolamıştı üniversiteye ve attığı twitte ise Temmuz'un yakıcılığından bahsediyordu. Darbeci bir rektörün üniversiteye katacağı ne olabilirdi?
Acaba Kadıköy ve Beşiktaş'da tankları alkışlayanların, özgürlükten anladıkları neydi? Üniversitelerde, kamu dairelerinde, yargıda ve emniyette görev almış FETÖ'cülerin, ülke yararına istedikleri acep neydi de böyle bir işe kalkıştılar?
Kimdi bunlar; neydi dertleri, hangi yasalardan muzdariptiler ve hangi yönetim biçimini getireceklerdi? Şimdiye kadar, Devlet'in uygulamalarından rahatsız olan kişi, grup ya da etnik unsur olduğunu biliyoruz. Bir PKK'nın bile kendine eleman bulmasında, geçmişin payı büyük. Peki ya FETÖ'nün üyeleri? Bu darbe ile şuanda sahip olmadıkları hangi hakkı elde edeceklerine ikna edilmişlerdi de buna destek oldular acaba?
Örgüt üyelerin çoğunun ortak özelliği, çalınan sorular sayesinde elde ettikleri mevkilerdi. Dolayısıyla böyle bir suçu işleyenin, tüm ömrünü ipotek ettirmesi kaçınılmazdı. Sağlam ve vicdanlı bir kişiliğin, bu yönteme başvurması imkânsızdır. Oysa hırsızların, onlardan istenileni yapmama seçenekleri hiç olmayacaktı.
Bu korkunç darbe girişimine karşı koyanların arasında kadın kahramanların olması, özellikle örtülü kadınların başı çekmesi de bazı çevreler için ezber bozucuydu. Çarşaflı kadının kamyonuyla yola çıkması, köprüdeki genç annenin askerle cebelleşmesi, bacağı kopan başka bir kadının ağlatan cesareti, tankın altına yatan insanların görüntüleri, unutulmayacak karelerdi.
Bu bir ölüm kalım meselesiydi ve keşke kendilerini solcu ve demokrat olarak tarif edenler de bunu okuyabilselerdi. Ne var ki yine çok kişi hayal kırıklığı yarattı. Aslında, o “çok kişi” uzun süredir yok hükmündeydi ve yine yerini korudu. “Darbeyi kınama” mitingi yapanlar bile dolaylı olarak kendi darbecilerini övdüler.
Meydanlarda, bu hengamede en çok Erdoğan'a güvendiklerini söyleyen bazı kişilerin, özellikle yazmamızı istedikleri talepleri şuydu: Haftada bir, Erdoğan ile direkt iletişim kurabilecekleri halk günü olmasını istiyorlardı. Özellikle bunu yazmamızı istediler.
Eğitimli ve dil bilen kesimin aksine, darbeye karşı olmak konusunda da oldukça netlerdi ve bir “ama”ları yoktu. Dikkati çeken başka şey de, asker ve polise karşı toptancı bir yaklaşımları yoktu. Bu da sokağa çıkan sol gruplardan onları ayırt ediyordu. Hiç bir yer yağmalanmadı, kaldırım taşları sökülmedi, araçlar zarar görmedi, kimse kimseye sarkıntılık etmedi, Gezi'de yaşanan tecavüz vakaları yaşanmadı. Her kesimden insan, birbirlerine tebessüm ederek, meydanlarda tepkisini koydu ortaya.
Batı'ya gelince... Yine siyasetçileri de, medyası da Mısır darbesinde olduğu gibi sınıfta kaldı. Üç gün sonra yarım ağız kınamalar ve kibirli yaklaşımlar dikkatten kaçmadı. Fransa'da OHAL ilan edilmesine sessiz kalan Batı, yaşanan vahşet karşısında Türkiye'de ilan edilen OHAL konusunda kaygılarını bildirdiler.
Oysa OHAL kararını alan bu kez halktı ve bürokratik oligarşiye bir ders verilecekti. Yani, Hükümet ezber bozmaya devam ediyordu. İlk tepkiler, ön yargılıydı ve halkın gece boyu sokakta olduğu unutuluyordu. Tabiri caizse bu OHAL de bir sivil OHAL'di.
Elbette böyle zamanlarda, iftiradan korkanlar da vardı ancak, 17-25 Aralık kalkışmasından sonra da bu örgüte biat edenlerin, önemli kademelerde olmasından da, bu saatten sonra halk kaygılıydı ve kolayca kimseye güvenmeyecekti.
Keşke yanılsaydık... Keşke bunlar da tıpkı Kemalistlerin demokrasi ve laikliğe verdiği zararı dine vermeselerdi. Yine de tüm bunların yaşanması, birçok kavramın altının doldurulmasına yarayacaktır. Tabii bu bir süreçtir ve eğitimde reform gerektirir.
Bu darbenin arkasında şüphesiz “bizim çocukların” velileri vardı. Bu delice özgüven patlaması da buradan geliyordu. Zira, ABD/ Batı, sadece Kemalistlerden bir ekip kuracak değildi ve yedek oyuncu bulundururdu. Birbirine düşman gibi görülen iki kesimden de “bizim çocukları” olabilirdi ve bunu da birçok açık ya da gizli işgal ettikleri ülkelerde uyguluyorlardı.
Bu yüzden, ideolojik farklılıkları varmış gibi görünse de; PKK, DAEŞ, DHKP-C ve FETÖ de aynı babanın çocuklarıdır. Kemalistler de tek evlat değilmiş meğer ve bu düş kırıklığı ile zor toparlanırlar!
Artık devletin bağırsakları, kimseye acımadan temizlenmeli. Başarılı bir detokstan sonra, sağlıklı bir beden için iyi beslenmek şart.
Halkın yürüyüşü, bir devrimdi. Şimdi sıra idrak, irfan ve feraset sahibi aşçıların mutfağa girmesinde. Bunun için de hareketin liderinin etrafındaki çalışma arkadaşlarına her daim dikkat etmesi gerekiyor.
Şerler, hayırlara vesile ola!
guldalicoskun@hotmail.com