guldalicoskun @ hotmail.com
 

Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur'da, Silvan'da, Nusaybin'de, Cizre'de, Silopi'de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.

Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye'nin kendi hukukunun ve  Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.”

Okuduğunuz, 1128 akademisyenin altına imza attığı metinden bir bölüm. Buraya kadar, diktatörlükle yönetilen bir ülke oduğunu anladım. Çünkü devlet, Anayasa’dan, uluslararası sözleşmelere kadar çok şeyi yok sayıyor.

Bunları velevki doğru kabul etmiş olalım; ilk iş akademisyenleri kutlamak olur. Doğrusu, büyük cesaret böyle bir devlette bu metni yazıp imzalamak! Elbette “aydın” olmak bunu gerektirir. Yani bu metni imzalamalarını büyütmeyelim. Devam edelim. Böyle bir devletten talep edilecek şey de oldukça sınırlı olmalı. Fakat mesela;

“Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.”  gibi bir talepte bulunmak, pek de sınırlı sayılmaz.

Sosyoloji, felsefe, mantık ve siyaset bilimi gibi alanların birinde akademik kariyer yapmış birinin, kendi içinde çelişkili ve tutarsız olan bu metni, görebilmesi gerekirdi. Hele ki, bahse konu ülkede yaşıyor ve sürgünde değilse. İsnat edilen suçların (kasıtlı ve planlı kıyım vb) büyüklüğü karşısında, öne sürülen taleplere devletin onay vereceğini beklemek; değil akademisyen, bir ergen için bile mümkün değildir. Bu ancak olsa olsa show olur!  Sanki, banka soyguncusuna, ‘güvenliği aramalısın’ der gibi olmuş ve aslında devletin, ‘kasıtlı ve planlı kıyım’ yapmadığını, bal gibi bildiklerini açık etmişler.

“Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz...(...)”

“Kasıtlı ve planlı katliam yapan” bir devlet, neden “müzakere”, ”barış” ve “çözüm” için uğraşsın; üstelik de “derhal” gibi bir buyrukla! Hazır, tüm özgürlükleri  kaldırıp,  “Hitler tarzı başkanlık” hayali kurarken,  Esad’ı bile aratan(!) bu devlet, neden sizi dinlesin ki, neden?

“Kürt siyasi iradesi” ifadesinden maksadın, ne/kim olduğunu anlamaya çalıştım. Başa döndüm ve devletin, tüm bu kötülükleri yaptığı öznenin ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları’ olarak tarif edildiğini gördüm. Devlet, kendi vatandaşlarına bu kötülüğü yaparken, ortaya çıkan bu “siyasi iradenin” adını ve taleplerini aramaya koyuldum. Bunların ne olduğunu merak ederken; bu talepleri mektupla, e-mail, SMS ya da whatsapp yoluyla “aydınlara” iletmiş oldukları kanısına vararak, metne yansımamış olmasını fazla önemsemedim.  Niyahet, bildiğim kadarıyla; dikta rejiminde, mecliste ne Kürt, ne siyaseti ne de taleplerini dile getirmek mümkün olabilirdi ve yoktu da!

Bu “siyasi irade”,  tam adı her neyse, teknolojinin tüm aygıtlarını oldukça etkili kullandığından hayranlık yaratıyor, estetiğe önem veriyordu. Tank gibi kaba saba araçlar yerine, gizemli mayın, bomba ve molotofları tercih ediyor, sinema sanatının görselliğinden yararlanarak, estetik patlamalar, parçalara bölünmüş cesetler, kalbur gibi ambulanslar, kafasının arkasından kurşunlanmış itaatsiz elemanlar, yapay hendekler ve dağlar, casus filmlerine taş çıkaracak performansta suikastlarla destan yazıyorlardı! Tüm bunlar; 1128 akademisyen için, her ülkede rastlanabilecek sıradan bir şeydi. Dolayısıyla metinde olmasına gerek yoktu ve “suçlu devletti”!  

Adı aydınlarda saklı meşhur “siyasi irade”, hep savunduğu gibi, geçen gece yine “barış” ve  “çocuklar öldürülmesin” diyerek, akademisyenlere destekleri için ‘bomba bir kokteyl’ ile teşekkürlerini sundular!

Diyarbakır- Çınar: 5 aylık bebek, 4 ve 12 yaşlarında 2 çocuk ve 2 yetişkin insanın ölümüyle, 40 civarında yaralı vatandaşımız. Bu katliama neden olan da “siyasi iradenin” 1 toncuk bomba yüklenmiş aracıydı!

Hülasa; bu idrâksizliğin akademik camiada olması kaygı verici. Onları hallerine bırakıp, toplum vicdanında yargılamalı. Zira; kendilerini imhada fazlasıyla başarılılar. Başka akademisyenler, yeni bir metinle yanıt verirse,  güzel olur.

İyi ki bu metni yazmışlar, yoksa nasıl öğrenirdik ülkede “katliam” olduğunu!

Haklılar da;  katlediliyor gerçekler, akademisyen imzasıyla!

 

guldalicoskun@hotmail.com