Seçimlere az kaldı. Gittikçe saflar sıklaşmakla kalmadı, söylemler de “yürü kim tutar seni!” dedirtecek boyutta.. Hani bazen, neresinden tutsak elimizde kalır deriz ya, hal bu işte. Atan atana, sallayan sallayana, uçan uçana! Siyaset, bir bilim dalı olarak üniversitelerde okutulurken, bazı siyasetçiler, hala bunu boş vaadlerle, yalanla dolanla halkı kandırma sanatı sanıyorlar. Kandırma düşüncesinin arka planında da halkı, küçümseme, kafası çalışmayan, doğruyu yanlışı ayırt edemeyen bir çizgide görme anlayışı var. Oysa halk, kendilerinin bile kavrayamadığı, anlamakta zorlandığı birçok konuda onların fazlasıyla önünde.
İletişimin altın çağını yaşadığı bir dönemde, ev hanımlarının günlerinde, semt pazarlarında, sokakta herkesin dilinde, bir konuda veya bir sorun karşısında ‘internete bak, orada bulursun’ cümlesini duyabiliyorken, halkı kandırmanın hiç imkanı yok artık. Elbette halk, homojen bir yığın değil; dil, din, etnisite, ideoloji, kültür, eğitim ve yaşam standardı gibi çeşitli faktörler, tercihlerde belirleyici olmakta.
Ancak bizim gibi kimlik ve kişilik bunalımı yaşayan ergen ülkelerde asıl belirleyici olan ve sosyal psikolojinin alanına giren, çok daha farklı faktörler vardır. Küçükken evlat/besleme alınmış bir çocuk gibi, geçmişiyle bağları kopartılmış, hiç tanımadığı bilmediği bir ortama, uyum sağlaması emrolunmuş, bastırılarak doğal kimlik gelişimine müsaade edilmemiş bir halkın, seçim kriterlerinde başat faktör haysiyettir. Farklı inanç ve ırktan da olsalar, haysiyet gibi bir üst/ortak faktörde buluşabilen yığınların, yukarıda saydığımız diğer alt faktörlerdeki, eşitsizlikleri, problemleri ve çeşitli talepleri ikinci sırada yer alır. Dolayısıyla, önce haysiyet diyenler, ilgilerini cezbeder. Bu sosyal psikolojiyi anlamak için, en azından son yüz elli yıllık yaşanan süreci doğru okumak gerekir.
1700 lü yılların sonlarına doğru, çöküşünün ve başarısızlığının nedenlerini, önce askeri alanda yenilikler yaparak gidermeye çalışan Devlet, bunun için Batı’dan uzmanlar getirir. Kısa süre için başarı sağlansa da yetersiz olur. Bulunduğu çağı doğru okuyamaması ve gereklerini yerine getirememesi, öte yandan Batı’nın başarısına öykünmesi sonucu, ciddi bir batılılaşma hareketinin başlamasına neden olur. Bunun için II.Mahmut döneminde, eğitim için gençler özellikle Fransa’ya ilim ve fen öğrenmeleri için gönderilir. Ne var ki, çoğu döndüğünde, ala ala Batı’nın örf ve kültürel yanlarını aldıklarından, şekilci bir batıcılık hakim olur.
Resmî tarihin anlattığının tam tersine Cumhuriyet döneminden bile çok daha fazla ve çeşitlilikte fikir tartışmaları vardır. Sosyal ve siyasal alana yönelik Rönesans’tan da etkilenerek ciddi müdahaleler olur. Gerçekten doğru işler de yapılmaya çalışılır ancak ne var ki, halka uzak bir aydın ve bürokrat sınıf oluşur. İki fikir vardır: Birincisi, gülüyle dikeniyle Batı’nın tüm değerlerini alıp, batılılaşmak, ikincisi de, sosyal dokumuzu ve kimliğimizi koruyarak batılılaşmak. Ne yazık ki; Batı’nın yaşadığı süreci, sınıf mücadelesini, ilim, teknoloji ve iktisadi durumunu sonuçlarına bakarak , kopya etmeye çalışan bu aydın tayfası, büyük devinimlerim ve dönüşümlerin tabanda karşılık bulmadan olamayacağını kavrayamadı. Zaten, “bu halkla” bir şey olamayacağını düşünüyordu. Dolayısıyla bugünkü Cumhuriyet elitinin büyük dedeleri, dönemin koşullarını da doğru okuyamayınca, Batı’nın bizimkilerin zaafından yararlanarak, bürokrasideki kilit yerlere kendine yakın insanları yerleştirip, birkaç yüzyıldır Osmanlı’yı (kendilerince haklıydılar) çökertmek için bekledikleri ortamı yakaladılar. Osmanlı Devleti, iktisatta da çöküş yaşamaya başladı ve dirense de sonunda başta İngiltere’den olmak üzere borç altına girmeye başladı. Savaş ganimetleri artık yoktu ve halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor bu da kendisine bile zor yetiyordu. O dönemde, Ermeni ve Rumlar, ticaret ve finansla uğraşıyor ve tek sermaye birikimine sahip olan da onlardı.
Batı, sanayi devrimini yapıp, burjuva sınıfını oluştururken üstten aşağı değil, aşağıdan yukarı bir dönüşüm yaşar ve Osmanlı’dan günümüze gelen bir ikililik yaşamaz. Bizde ise yukarıdan dayatmacılık, gittikçe artan bir şekilde halkın yaşam biçimini, inanç ve değerlerini bir engel olarak görülmesinden dolayı, yöntem olarak benimsenir ve günümüze kadar gelir. Cumhuriyet dönemindeki tek tip insan yaratma, şekilci batıcılığın en net göstergesiydi. Türkleştirme ve jakoben laiklik bunu gerçekleştirme yöntemiydi. Geri kalan tüm ilke ve inkilaplar, bu amacı besleyen tâli yöntemlerdi. Evet, halkı saymazsak Batılıydık! Oysa aynı dönemlerde, halkıyla birlikte ilim ve teknolojide Batı’yı da şaşırtan çıkışlar yapan Japon ve Kore örneklerine kör ve sağırdık.
İlk ergenlerimiz, Batı’nın görüntüsüyle sarhoş olduğundan, içeriğine inememişler ve kompleksleri yüzünden, bugün hala yaşadığımız kimlik bunalımının temelini atmışlar. Monarşinin yetkilerini, halk için değil, kendileri kısıtlayıp, akıllarında hürriyete giderken, İttihat ve Terakki ile vücut bulup, günümüzün statükocu sınıfını oluştururlar. Öyle ki, padişahlar bile, onların karşısında çaresiz kalır. İlk askeri darbe Sultan Aziz’e yapılır. Padişahlar, çöküş dönemine giden yolda, dünyayı doğru okuyamadıkları için ya da “çok yaşa padişahım” cılar yüzünden, koca devlet, Batı’nın hasta adam teşhisine muhatap olur.
Gidişatı fark edip, bu bürokratik-elit sınıfı ilk engellemeye çalışan II.Abdülhamit olur. Bu şekilde bir batılılaşmanın, batışa neden olacağını görüp, kimliği muhafaza içinde bir dönüşüm için çaba harcar. Dış basını ve gelişmeleri iyi takip eden, hem entelektüel birikime, hem de Osmanlı halkının sosyal dokusuna uygun bir hayatı benimseyen zeki devlet adamı, ülkeye ciddi katkılar sağlar. Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar ve çeşmeler yaptırılır. Mekteb-i Mülkiye, Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa'da İpekçilik Mektebi, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Maden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi, Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane, Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi, açılan eğitim müesseselerinden sadece bir kaçıdır. Ayrıca ziraat, sanayi ve ticaret odaları açıldı. Hereke kumaş fabrikası, çini fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Hamidiye kâğıt fabrikası, mum fabrikası kuruldu. Ereğli kömür ocakları işletildi. Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açıldı. Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı ve ülkenin dört bir yanı demiryolu ile döşenir.
Ancak, elit sınıfın o günkü temsilcisi İttihat ve Terakki ile Ermeni Taşnaklar, birlikte hareket ederek, şaşırtıcı bir ittifakla, Sultan’ı devirirler ve ülkedeki beklide doğal gidişat sürecini kesintiye uğratırlar. İşin trajik tarafı, mallarına göz diktikleri, birlikte tavla oynayacak kadar yakın arkadaş olan Ermeni önderlerini tutuklamakla, bir ay sonra alınacak olan Ermeni tehciri kararının alt yapısını oluştururlar. Böylece, tek sermaye birikimi olan ve üretci-sermaye sınıfının çekirdeğini oluşturan Ermenileri de katlederler. Osmanlı’nın bu elit-bürokratik sınıfı, sadece kendi doğrularını tepeden dayatma uğruna, derin köklerinden, kopartılmış, saksıda bir millet ol(dur)maya çalışır. Süreç içinde kimi öldürülürse de, aynı zihniyetteki başkaları görevi devralır. Mustafa Kemal de aslında Osmanlı bürokratik-elit sınıfının son temsilcilerinden biridir. Batı’nın da tercih ettiği ve desteklediği birine İstanbul’u bırakırken içleri rahat, memleketlerine döndüklerinin başka izahı ne olabilir. Osmanlı, sosyal, siyasi, kültürel ve iktsâdi olarak bitmiş ve Batı’nın uydu devletleri kurulmuştur.
Şekilci batı hayranlığı, kendi halkını yok sayma geleneği, ta o günlerden temeli atılmış bir gelenektir. Cumhuriyet öncesi dahi, çok uluslu yapısını tartışan, federasyondan bahseden aydınlar ekarte edilmiş, yine Cumhuriyet döneminde de M. Akif gibi, kof batıcılığa karşı çıkan insanlar da küstürülmüştür. Ermeni malları da çoğunlukla bu elit sınıfa ve mirasçılarına kalmış, sefalet içindeki Anadolu halkı, büyük şehirlerde hizmet işleri için bulunmuştur.
Aşağılanan, hor görülen, haysiyetiyle oynanan Anadolu halkı, sabırla, zor şarlarda çocuklarını okutarak, gerçek kimlik ve Anadolu sermayesi (Batı’da karşılığı;burjuva olan) mücadelesini başlatmıştır. Elit bürokrasi ve elit-statükocu sermaye bundan duyduğu rahatsızlığı, darbelerle gidermeye çalıştıysa da; bir kere cin şişeden çıkmıştır.
Şimdi, bu hakir gördükleri halkı, boş vaadlerle kandıracaklarını sanıyor, bu mücadelenin bir haysiyet sorunu olduğunu anlayamıyorlar.. Bu mücadelede, zorla Türkleştirilen ve kendi istedikleri çizgiye gelmekte direnen çeşitli inanç ve etnisite de insanlar var. Bu mücadele, kof-şekilci ve tepeden dayatmacı batıcılarla, kendi sosyal dokusunu koruyarak ve Anadolu sermayesi, işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, aşağıdan yukarıya doğru (tabandan, tavana) bir hareketin taşıyıcıları arasında. Belki yavaş, sancılı ve çetrefilli bir süreç ama, daha sağlıklı ve olması gereken de bu. Batıcılar, zahmet buyurup, bir baksınlar; Batı’nın izlediği yol da bu değil mi?
Rönesans ile Tanzimat arasındaki farkı anlamakla başlıyor, halkın oyunu almak.. Aksi halde Cem Uzanlar, Başbakan'dı…
guldalicoskun@hotmail.com
twitter.com/gulcoskun34
İletişimin altın çağını yaşadığı bir dönemde, ev hanımlarının günlerinde, semt pazarlarında, sokakta herkesin dilinde, bir konuda veya bir sorun karşısında ‘internete bak, orada bulursun’ cümlesini duyabiliyorken, halkı kandırmanın hiç imkanı yok artık. Elbette halk, homojen bir yığın değil; dil, din, etnisite, ideoloji, kültür, eğitim ve yaşam standardı gibi çeşitli faktörler, tercihlerde belirleyici olmakta.
Ancak bizim gibi kimlik ve kişilik bunalımı yaşayan ergen ülkelerde asıl belirleyici olan ve sosyal psikolojinin alanına giren, çok daha farklı faktörler vardır. Küçükken evlat/besleme alınmış bir çocuk gibi, geçmişiyle bağları kopartılmış, hiç tanımadığı bilmediği bir ortama, uyum sağlaması emrolunmuş, bastırılarak doğal kimlik gelişimine müsaade edilmemiş bir halkın, seçim kriterlerinde başat faktör haysiyettir. Farklı inanç ve ırktan da olsalar, haysiyet gibi bir üst/ortak faktörde buluşabilen yığınların, yukarıda saydığımız diğer alt faktörlerdeki, eşitsizlikleri, problemleri ve çeşitli talepleri ikinci sırada yer alır. Dolayısıyla, önce haysiyet diyenler, ilgilerini cezbeder. Bu sosyal psikolojiyi anlamak için, en azından son yüz elli yıllık yaşanan süreci doğru okumak gerekir.
1700 lü yılların sonlarına doğru, çöküşünün ve başarısızlığının nedenlerini, önce askeri alanda yenilikler yaparak gidermeye çalışan Devlet, bunun için Batı’dan uzmanlar getirir. Kısa süre için başarı sağlansa da yetersiz olur. Bulunduğu çağı doğru okuyamaması ve gereklerini yerine getirememesi, öte yandan Batı’nın başarısına öykünmesi sonucu, ciddi bir batılılaşma hareketinin başlamasına neden olur. Bunun için II.Mahmut döneminde, eğitim için gençler özellikle Fransa’ya ilim ve fen öğrenmeleri için gönderilir. Ne var ki, çoğu döndüğünde, ala ala Batı’nın örf ve kültürel yanlarını aldıklarından, şekilci bir batıcılık hakim olur.
Resmî tarihin anlattığının tam tersine Cumhuriyet döneminden bile çok daha fazla ve çeşitlilikte fikir tartışmaları vardır. Sosyal ve siyasal alana yönelik Rönesans’tan da etkilenerek ciddi müdahaleler olur. Gerçekten doğru işler de yapılmaya çalışılır ancak ne var ki, halka uzak bir aydın ve bürokrat sınıf oluşur. İki fikir vardır: Birincisi, gülüyle dikeniyle Batı’nın tüm değerlerini alıp, batılılaşmak, ikincisi de, sosyal dokumuzu ve kimliğimizi koruyarak batılılaşmak. Ne yazık ki; Batı’nın yaşadığı süreci, sınıf mücadelesini, ilim, teknoloji ve iktisadi durumunu sonuçlarına bakarak , kopya etmeye çalışan bu aydın tayfası, büyük devinimlerim ve dönüşümlerin tabanda karşılık bulmadan olamayacağını kavrayamadı. Zaten, “bu halkla” bir şey olamayacağını düşünüyordu. Dolayısıyla bugünkü Cumhuriyet elitinin büyük dedeleri, dönemin koşullarını da doğru okuyamayınca, Batı’nın bizimkilerin zaafından yararlanarak, bürokrasideki kilit yerlere kendine yakın insanları yerleştirip, birkaç yüzyıldır Osmanlı’yı (kendilerince haklıydılar) çökertmek için bekledikleri ortamı yakaladılar. Osmanlı Devleti, iktisatta da çöküş yaşamaya başladı ve dirense de sonunda başta İngiltere’den olmak üzere borç altına girmeye başladı. Savaş ganimetleri artık yoktu ve halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor bu da kendisine bile zor yetiyordu. O dönemde, Ermeni ve Rumlar, ticaret ve finansla uğraşıyor ve tek sermaye birikimine sahip olan da onlardı.
Batı, sanayi devrimini yapıp, burjuva sınıfını oluştururken üstten aşağı değil, aşağıdan yukarı bir dönüşüm yaşar ve Osmanlı’dan günümüze gelen bir ikililik yaşamaz. Bizde ise yukarıdan dayatmacılık, gittikçe artan bir şekilde halkın yaşam biçimini, inanç ve değerlerini bir engel olarak görülmesinden dolayı, yöntem olarak benimsenir ve günümüze kadar gelir. Cumhuriyet dönemindeki tek tip insan yaratma, şekilci batıcılığın en net göstergesiydi. Türkleştirme ve jakoben laiklik bunu gerçekleştirme yöntemiydi. Geri kalan tüm ilke ve inkilaplar, bu amacı besleyen tâli yöntemlerdi. Evet, halkı saymazsak Batılıydık! Oysa aynı dönemlerde, halkıyla birlikte ilim ve teknolojide Batı’yı da şaşırtan çıkışlar yapan Japon ve Kore örneklerine kör ve sağırdık.
İlk ergenlerimiz, Batı’nın görüntüsüyle sarhoş olduğundan, içeriğine inememişler ve kompleksleri yüzünden, bugün hala yaşadığımız kimlik bunalımının temelini atmışlar. Monarşinin yetkilerini, halk için değil, kendileri kısıtlayıp, akıllarında hürriyete giderken, İttihat ve Terakki ile vücut bulup, günümüzün statükocu sınıfını oluştururlar. Öyle ki, padişahlar bile, onların karşısında çaresiz kalır. İlk askeri darbe Sultan Aziz’e yapılır. Padişahlar, çöküş dönemine giden yolda, dünyayı doğru okuyamadıkları için ya da “çok yaşa padişahım” cılar yüzünden, koca devlet, Batı’nın hasta adam teşhisine muhatap olur.
Gidişatı fark edip, bu bürokratik-elit sınıfı ilk engellemeye çalışan II.Abdülhamit olur. Bu şekilde bir batılılaşmanın, batışa neden olacağını görüp, kimliği muhafaza içinde bir dönüşüm için çaba harcar. Dış basını ve gelişmeleri iyi takip eden, hem entelektüel birikime, hem de Osmanlı halkının sosyal dokusuna uygun bir hayatı benimseyen zeki devlet adamı, ülkeye ciddi katkılar sağlar. Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar ve çeşmeler yaptırılır. Mekteb-i Mülkiye, Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa'da İpekçilik Mektebi, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Maden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi, Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane, Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi, açılan eğitim müesseselerinden sadece bir kaçıdır. Ayrıca ziraat, sanayi ve ticaret odaları açıldı. Hereke kumaş fabrikası, çini fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Hamidiye kâğıt fabrikası, mum fabrikası kuruldu. Ereğli kömür ocakları işletildi. Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açıldı. Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı ve ülkenin dört bir yanı demiryolu ile döşenir.
Ancak, elit sınıfın o günkü temsilcisi İttihat ve Terakki ile Ermeni Taşnaklar, birlikte hareket ederek, şaşırtıcı bir ittifakla, Sultan’ı devirirler ve ülkedeki beklide doğal gidişat sürecini kesintiye uğratırlar. İşin trajik tarafı, mallarına göz diktikleri, birlikte tavla oynayacak kadar yakın arkadaş olan Ermeni önderlerini tutuklamakla, bir ay sonra alınacak olan Ermeni tehciri kararının alt yapısını oluştururlar. Böylece, tek sermaye birikimi olan ve üretci-sermaye sınıfının çekirdeğini oluşturan Ermenileri de katlederler. Osmanlı’nın bu elit-bürokratik sınıfı, sadece kendi doğrularını tepeden dayatma uğruna, derin köklerinden, kopartılmış, saksıda bir millet ol(dur)maya çalışır. Süreç içinde kimi öldürülürse de, aynı zihniyetteki başkaları görevi devralır. Mustafa Kemal de aslında Osmanlı bürokratik-elit sınıfının son temsilcilerinden biridir. Batı’nın da tercih ettiği ve desteklediği birine İstanbul’u bırakırken içleri rahat, memleketlerine döndüklerinin başka izahı ne olabilir. Osmanlı, sosyal, siyasi, kültürel ve iktsâdi olarak bitmiş ve Batı’nın uydu devletleri kurulmuştur.
Şekilci batı hayranlığı, kendi halkını yok sayma geleneği, ta o günlerden temeli atılmış bir gelenektir. Cumhuriyet öncesi dahi, çok uluslu yapısını tartışan, federasyondan bahseden aydınlar ekarte edilmiş, yine Cumhuriyet döneminde de M. Akif gibi, kof batıcılığa karşı çıkan insanlar da küstürülmüştür. Ermeni malları da çoğunlukla bu elit sınıfa ve mirasçılarına kalmış, sefalet içindeki Anadolu halkı, büyük şehirlerde hizmet işleri için bulunmuştur.
Aşağılanan, hor görülen, haysiyetiyle oynanan Anadolu halkı, sabırla, zor şarlarda çocuklarını okutarak, gerçek kimlik ve Anadolu sermayesi (Batı’da karşılığı;burjuva olan) mücadelesini başlatmıştır. Elit bürokrasi ve elit-statükocu sermaye bundan duyduğu rahatsızlığı, darbelerle gidermeye çalıştıysa da; bir kere cin şişeden çıkmıştır.
Şimdi, bu hakir gördükleri halkı, boş vaadlerle kandıracaklarını sanıyor, bu mücadelenin bir haysiyet sorunu olduğunu anlayamıyorlar.. Bu mücadelede, zorla Türkleştirilen ve kendi istedikleri çizgiye gelmekte direnen çeşitli inanç ve etnisite de insanlar var. Bu mücadele, kof-şekilci ve tepeden dayatmacı batıcılarla, kendi sosyal dokusunu koruyarak ve Anadolu sermayesi, işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, aşağıdan yukarıya doğru (tabandan, tavana) bir hareketin taşıyıcıları arasında. Belki yavaş, sancılı ve çetrefilli bir süreç ama, daha sağlıklı ve olması gereken de bu. Batıcılar, zahmet buyurup, bir baksınlar; Batı’nın izlediği yol da bu değil mi?
Rönesans ile Tanzimat arasındaki farkı anlamakla başlıyor, halkın oyunu almak.. Aksi halde Cem Uzanlar, Başbakan'dı…
guldalicoskun@hotmail.com
twitter.com/gulcoskun34