Son aylarda, gündemi işgal eden Ortadoğu ve K.Afrika’daki gelişmeler, ülkemizde ise yıllardır süren dini ve etnik sorunlar, gerginlikler ve tartışmalar, kendime şu soruyu sormama neden oldu:
Bir tarafta doğu (İslâm) toplumlarında, bitip tükenmek bilmeyen kavga ve kargaşa, gelişmemişlik, demokrasi yoksunluğu ve iktisadi sorunlar…
Diğer tarafta, bilim ve teknikte ilerlemiş, demokrasi ve insan haklarında örnek, refah düzeyi ve standartları gelişmiş, kendi aralarındaki sıkıntılarını aşma kabiliyetine sahip batı (Hristiyan) toplumları…
Bizim neyimiz eksik?
Cevabı bulmak için geçmişe dönmek, tarihsel süreçte yaşananlara bir göz atmak gerekiyordu…
Öncelikle bir başlangıç noktası belirleyip, bu iki uygarlığı birkaç açıdan karşılaştırıp, benzerlik ve farklılıklarından yola çıkarak, kendi içinde bulunduğum dönemde gözlemlediğim olaylardan da kendimce bir sonuca varmaya çalışacaktım…
Ortaçağ…
Bugün mevcut olan durumun neredeyse tam tersi…
İslâm toplumları için; bilime ve bilim adamlarına değer verilip saygı duyulan bir dönem. Her türlü tartışmaların ve çalışmaların özgürce yapıldığı ve bilim adamlarının daha sonra batıya kaynak olacak değerde miras bıraktıkları bir zaman dilimi…
Mimari eserler, bugünkü rakamlar, cebir, felsefe, sosyoloji, iktisat, astronomi ve tıp alanında ilklere imza atılmış…
Mikroskop bulunmadığı halde, hastalığa neden olan küçük canlılardan bahseden İbn-î Sina, Şifa adlı eseriyle…
İbn-î Haldun, tarihe sistemli bakışı, siyaset ve sosyoloji bilimine katkısı, iktisattan ilk bahseden kişinin olması ve en ünlü eseri Mukaddime ile…
Dünyanın eğimini hesaplayan Fergani, Fransızların daha sonra adını Algoritma koydukları matematikçi Harezmi, İslam felsefesinin kurucusu olan ve akılcı yaklaşımıyla ünlü Farabi, ilk akla gelen bilim adamlarımız..
Hala Avrupa’da çok saygı gören, kitapları kaynak olarak okutulan ve birçok batı üniversitesinde kürsüleri olan bu alîmlerimiz, dünya tarihine büyük değerler katmışlar…
Batıda ise; Papa’nın emriyle hareket eden Engizisyon Mahkemeleri, Ortaçağ Avrupa’sının yüz karası…
Kiliseye aykırı düşünceleri yüzünden kitaplarıyla beraber diri diri yakılan bilim adamları vardı.
Evrenin sonsuz olduğunu iddia eden Bruno, buna örnektir. Teleskopu bulan, Kopernik Sistemini (güneş evrenin merkezi ve gezegenler onun etrafında dönüyor) ve dünyanın düz olmadığını savunan Galileo, yanmaktan kurtulmak için, kilise tarafından eline verilen bir metni okumak zorunda kalır.
Kilise ve din, her türlü bilimsel gelişmenin önünde engeldi…
Papazlar, günahları para karşılığında bağışlar, bunu kâğıt üzerinde yapar, bir anlamda cennetin tapusunu dağıtırlardı.
Krallara taçlarını Papa giydirir ve önemli kararlarda etkilidirler. (Haçlı Seferleri)
Ayrıca sınıf farkı var; köylüler ve soylular eşit değil. Sömüren ve sömürülenler, güçlünün güçsüzü ezdiği bir toplum yapısı; orta sınıf yok, Derebeylikler, köylü ve kentli sınıf…
Evet; O Avrupa şimdi bu Avrupa, o İslâm toplumu da şimdi bu İslâm toplumu…
Tarihçilerin ve düşünürlerin bir kısmı, uygarlıkların da insan gibi doğup, büyüyüp sonra da öldüğünü; bir kısmı da yönetimdeki yanlışların yol açtığı sonuçlardan, çöküşün hızlandığını ve gerçekleştiğini söyler…
Her iki fikrin de farklı uygarlık ve dönemler için uygun olduğu muhakkak…
Bize gelince; yıllarca eğitim aldığımız okullarımızda, uzunca bir dönem anlatıldığı gibi Ortaçağın büyük bir bölümü, İslâm toplumları için değil, batı için karanlıktı…
Neden böyle anlatılmış olabilir?
Acaba çöküşteki nedenleri gözlemlemede veya çözümlemede mi bir sorun var, ya da amaç yeşertilmeye çalışılan bir fikrin alt yapısını mı oluşturmaktı?
Geçmişle tüm bağları koparmak, hafızası olmayan bir toplum yaratmak, zor bir mühendislik işi olmakla beraber, başarılı olduğu da söylenebilir…
Gelişmiş olan uygarlıkları, örnek almaktan daha doğal ne olabilir ki… Ancak öncelikle çöküşün nedenleri doğru tespit edilip, örnek alınan uygarlığın yükselme dinamikleri, benzerlikler ve farklılıklar, her toplumun kendi kültürü baz alınarak çözümlemelere gidilmez mi?
Din ve ideoloji…
Bu iki terim, toplumların gelişmesinde de, geri kalmasında da önemli iki faktör…
Her ikisi de sorgulanamayan ve tartışılamayan dogmatik bir hal alıp ilahlaştırıldığında gerilemenin temelini oluştururlar…
İslâm toplumlarının, en parlak dönemlerinde din dahil, her şey sorgulanmış, tartışılmış, Antik Yunan bilim adamlarının eserleri tercüme edilerek yararlanılmış, önyargısız gerçeğe ulaşmak için, düşünceye serbestlik getirilmiş…
Kur-an’ı putlaştırmak yerine, adeta doğruluğunu kanıtlamak ama aynı zamanda aykırı olabileceği düşüncesini de saklı tutarak bilimsel çalışmalarda referans alınmış…
Dünyanın küre şeklinde olduğunu, eğimini, yıldızlar arasındaki mesafeyi vb. birçok bilimsel çalışmayı başarılı şekilde yaparken, batıdaki yanlış din algısı, hiçbir bilimsel çalışmaya izin vermemiş, yeni olan her şeyi cezalandırmış…
İnancın ya da ideolojinin adının ne olduğu önemli değil; önemli olan kişilere-toplumlara engel olacak bir hal aldıysa/aldırıldıysa sonuçların kötü olması kaçınılmazdır…
Haçlı Seferlerinde batılılar doğudan kültür ithal ederken, yenilgiler sonucunda; kiliseyi ve din adamlarını sorgulamaya başladılar…
Yapılan Reformlar, Rönasans, Fransız İhtilâli ve Sanayi Devrimi ile düştükleri durumdan çıkmayı başardılar…
Kaynakları kıt olan batı, Rönasansın hemen ardından sömürgecilik zihniyetini genlerine öyle bir yerleştirdi ki; hala devam ettiğini söyleyebiliriz…
Kendi varlıklarını devam ettirmenin, refah içinde halklarını yaşatmanın yolu, kültürlerini ihraç ederek, parçalanmış milletler yaratıp, kolayca sonuca varabilecekleri düzenler kurdular.
Milliyetçilik akımlarıyla, öncelikle Osmanlı’yı parçalayıp, kendileri için ciddi engel olan bu imparatorluğu yok etme çabasına girdiler. Bir çok suni sınırlar çizerek, küçük ülkecikler yaratıp, başlarına kârlı anlaşmalar yapabilecekleri diktatörler ve krallar koydular.
(Bu diktatörler, onların aleyhine döndüklerinde güzel bir ambalajla o ülkelere girip, yeni diktatörler koymamalarını umarak ve can kayıpları için üzülerek izliyoruz...)
Bütün bunlar olurken Osmanlı Devleti’nin hataları neydi?
Milliyetçilik akımları karşısında çaresiz mi kalmıştı?
Farklı etnik grupları bir çatı altında tutmaktaki maharetini mi yitirmişti?
Siyasi öngörüdeki zaafın nedeni, perspektifi zayıf insanların tahta geçmesi olabilir miydi?
Batıdaki üretim biçimini, sanayileşmeyi kavrayamaması, çağın gereklerine mesafeli duruşu ve dolayısıyla ekonominin zora girmesi sonucu artan iç kargaşalar, göçler ve iç isyanların çıkması mıydı?
Yeni coğrafi keşiflerin etkisiyle önemini yitiren ticaret yolları mıydı?
Misyonerlerin ve casusların cirit attığı bölgeleri, ihmal etmek miydi?
Günümüzdeki bir takım sorunların da, temelinin atılmasına neden olan İttihat ve Terakkinin varlığı mıydı?
Eğitimde kalitenin düşmesi, medreselerde bilim ve felsefenin dışlanması, ulemalığın liyâkattan çok babadan oğula geçen bir sisteme dönüşmesi miydi? (Beşik uleması)
Ve…
Şekilci batı hayranlığı mıydı?
Öyle ya da böyle Batı, kendi kültürünü dışlamadan, kişilere biat etmek yerine, söylenenlere eleştirel yaklaşımlarda bulunarak, hangi milletten olduğuna bakılmaksızın doğru yapılanlara sahip çıkıp, bunları kendi halklarına hizmet için kullanma başarısını gösterdi.
Biz ise hala din, dil, ırk, adalet ve eğitim ile ilgili meselelerimizle başbaşayız…
Tarihimizle ve kültürümüzle barışmayı halledemedik…
Eşit hak ve özgürlükler konusunda “ama” lardan kurtulamadık…
İşlenen cinayetlerle, katliamlarla, darbelerle yüzleşemedik…
Yeni bir din yarattık, ideolojiyi de ilah yaptık…
Bol yasaklı bir menü hazırladık, yasakları tartışmaktan yasaklananın kendisini tartışamadık…
Batıyı hedef aldık, oysaki temeli yok etmiştik; her depremde yıkıldık…
Filmlerimizde köy öğretmenleri, ağaları dize getirdi; ayakta alkışladık…
Gerçekte nice ağalar yarattık…
Kapitalist batı, baktı ki; globalleşen ekonomi için demokrasi şart, toprak bereketli, turp dikse yeşerecek…
O halde; bir öğretmen atandı…
İyi ki de atandı…
Hoş geldin hocam bay AB!
Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve adil gelir dağılımı için ödev verdi…
İyi ki de verdi…
Bendeniz, kendimce sorumun cevabını bulmuştum…
Ne çok şeyi yitirmişiz…
Yaptığımız güzelliklerden gurur, kaybettiklerimizden esef duydum…
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesini okudum… (1948)
Okuyunca da…
Veda Hutbesi’ni buldum… (632)
Şekilden arınıp, öze dönmek dileğiyle…
Sevgilerimle…
guldalicoskun@hotmail.com
twitter.com/gulcoskun34