Dün akşam mutluluğun resmine baktım; bir tebessüm yayıldı yüzüme ve müthiş de bir huzur… İşte bu dedim, bu olmalı mutluluk…
Özneldir aslında tarifi, mutluluğun…
Kişilerin beklentilerine göre şekillense de büyük sanatçı DIANNA DENGEL, çok güzel yakalamış ve yansıtmış bizlere…Hepimizin bildiği mutluluğu resmeden Dengel’in’ eserinde, eksik ayaklarının yerine tuğla konulmuş eski bir karyola ve yatak, yatağın baş tarafında anne baba, yanlarında üç çocuk ve ayak uçlarında da üç çocuk daha, üstlerini yarım yamalak örtmüş bir yorgancık, uzun kulaklı köpekleri ve bir de kedileri insanı kıskandıracak bir huzurla hep birlikte uyuyorlar…
Evden çok harabeye benzeyen, eski bir sobadan başka da bir eşyanın olmadığı, gazete kâğıdıyla kapatılmış penceresi ve muhtemelen çatısı da akan (yatağın başına açılarak konmuş bir şemsiye var) bir kulübecik…
Hele o küçük çocuğun açık kalmış minik ayağı yüreğime değdi adeta… Onları uyurken izleyen cam kenarındaki kuşları ve tavuğu da unutmamak lazım…
Öyle bir resim ki; fırçanın tuvale olan aşkı “Tanrı’nın” elinde mutluluğa dönüşmüş…
Bir ressam olsaydım, hüznün resmini nasıl yapardım diye düşündüm; düşündüm de yetenek olmayınca Usta’dan kopya çekmeye karar verdim…
Her şeye sahip bir adam çizdim. Mutluluğun resmindekinin tam tersine saray gibi bir ev, son derece lüks içinde görünen bir mekân, şık giysileriyle koltuğunda oturan bir adam. İnce ince akan gözyaşları…
Ağzını kapamış hıçkırıkları duyulmasın diye; damlalar, kucağına dökülüyor…
Her şeyi olan adamın hüznü ile hiç bir şeyi olmayan ailenin mutluluğu arasındaki görünen fark, her şey ya da hiçbir şeyken gerçek fark sevgi değil mi?
Koşulsuz, çıkarsız, nedensiz, çünküsüz huzur ve güven veren sevgi… Öyle bir sihir ki sevgi değdiği yeri mavileştiriyor, eksikliği ise kapkara…
Paylaştıkça artan bir hazineyken, bazılarımız şelâleler gibi sevgi sevgi aktığı halde; bazılarımız da inadına nekes, inadına kurak topraklar gibi verimsizdir…
Gerçekte, her insanın doğasına sevgi, nefret, öfke, iyilik ve kötülük gibi bir çok duygu kodlanmış. İçinde bulunulan ortam, yetiştiriliş biçimi, eğitim ve zamanla edinilen kişisel tecrübeler kimi duyguları daha öne çıkarırken, kimileri de yer ve olaylara göre belli belirsiz kalmaya devam eder…
Sevgiyi ilk anne karnında hisseder ve onun şefkatli dokunuşlarıyla keşfe başlarız. Sevgiyle büyüyen çocuk, özgüveni yerinde ve kendiyle barışık olur. Sürekli eleştirilen, şöyle yaparsan seni daha çok severim denilerek büyütülen çocuklar ise şartlı sevgiyi öğrenirler.
Şartlı sevgiler, şartlı ve çıkar kokan ilişkileri doğururken; böyle yetişmiş kişiler asla kimseyle gerçekten yakın olamazlar. Sürekli tedirgin ve şüpheci kişilikleriyle, gerek arkadaşlık gerekse kadın –erkek ilişkisinde hayatı çekilmez kılarlar…
İkili ilişkide sevgiye akan yol, çoğunlukla aşkla başlar… Eşsiz ve coşku dolu bir duygu olan aşk, ilk baştaki yoğunluğuyla sürdürülebilmesi neredeyse imkânsız olduğundan yerini daha durağan ve huzurlu olan sevgiye bırakır…
Sevgi, tıpkı mutluluğun resmindeki gibi yoklukları vara dönüştüren, tomurcuklara çiçek açtıran ve ilişkilerde oksijen olan bir duygu…
Peki gerçekten sevgiyi biliyor ve bu oksijeni ciğerlerimize doldururken, suni teneffüs mü yoksa doğamıza uygun olan yöntemi mi seçiyoruz, yani bize ait olan sevgi dilini biliyor muyuz?
En basit anlamıyla bu duygu, İnsanlara duyulan yakınlık, bağlılık ve bir arada olma isteği olarak ifade edilse de her insanın kendine özgü bir sevgi tanımı vardır…
Evrenseldir sevgi, evrensel olmasına ama her evrensel gibi aynı zamanda yerel ve özgündür… İfade tarzı ve sevme biçimi kültürden kültüre değişir…
Birçok konuda olduğu gibi kitle iletişim araçlarının da etkisiyle kültürlerarası etkileşim, sevgiyi ifade ediş biçimlerimizde de görülmekte…Yabancı filmlerdeki diyaloglar ve iletişim tarzı farkına varmadan bize aitmiş gibi ikili ilişkilerimizde de yerini aldı…
Hatta zaman içinde o kadar kanıksandı ki, bize ait olan unutulur bir hal aldı…
Fakat yine de kültürler genlere de nüfuz etmiş olmalı diye düşünürüm. Her ne kadar gençler bize özgü olan sevgi dilimizi unutmuş olsa da; üç kuşakta da “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmindeki sevgiyi izlerken aynı duygularla izlenip, aynı etkiyi bırakması, sadece filmin niteliğinden midir. Yine özellikle yirmili yaş grubundaki neslin bu filmi en az iki kez seyretmeleri de bir tesadüf müdür?
Oradaki sevgiyi bize hissettiren filmin dilindeki özgünlük ve bize sunulan kendi dilimizdeki sevginin takdimi olabilir mi?
Filmdeki “Yüreğim kaydıysa günah mı” cümlesi, sizce içeriği boşaltılmış, sakız olmuş dillerde kaç “seni seviyorum” eder…
“Al yazmalım, Asyam” kaç tane “aşkım” a bedeldir…
Yaşasa yüz yaşında olacak olan büyükanneme, köyden kasabaya inen dedemin “alma olsan da seni cebimde taşısam Zeynebim” sözleri kaç adet dublaj kokan ‘’ sevgilim’’ e denk gelir ki…
Bunu bana anlatırken gözleri parlayan büyükanneme karşılık ilginç olan şey, artık birçok kadının da hafızasına yerleşen bize ait olmayan sevgi dilini beklentiye dönüştürerek eşlerini zor duruma düşürmeleri oluyor… Bu tür gelişmeleri daha zor takip eden erkeklerimiz, ne bu yeni dili başarıyla uygulayabiliyor ne de kendi kültürlerindeki güzel dillerini hatırlayabiliyorlar…
Mumlar, tokuşturulan kadehler ve süslü sözlerle dilde ve tende olan ama çoğunlukla yüreklere değmeyen film sahnesi gibi yüzeysel aşklar mı, Mihriban’daki gibi saf ve temiz bir aşkı, gaz lambasının ışığında yazmaya çalışan Abdürrahim Karakoç’a titreyen alevin bile üşüdüğünü hissettiren gerçek aşkı mı?
Aslında sözcüklerin salt anlamından öte, onlara ruh ve mana katan onları ifade ederken kattığımız gerçekliktir…
Artık her yerde sıkça duyduğumuz “aşkım, aşkım” lar “seni seviyorum” lar ve “sevgilim” ler, nedense bende taklit edilmiş ürünler gibi, aslını aratan ithal malları hatırlatır oldu…
Kendi kültürümüzdeki yaşanmış aşkların dile gelişlerindeki her sözcük gönlümüze değerken, aynı duyguyu veremeyen bu manası ithal sözcükler dilimde buruk bir tat bırakır…
Oysa; “Bahçenin kapısını açtı, sanırsın cennete düştüm” (Âşık Emrah)
“Her sabah her sabah suya giderken, yar yolunda toprak olsam, toz olsam” (Âşık Veysel)
“ Gözünün değdiği yere gül düşer” (Necip Fazıl)
“Bilmiyorum nerdeyim, ne haldeyim ben kimim, ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış” (Cemal Safi)
“Adımla nasıl berabersem, öylece beraberiz” (Atilla İlhan)
“Ekmek gibi mübarek, su gibi aziz bir şeysin” (Cahit Sıtkı)
“Gözlerinin kahvesinden koy ömrüme, kırk yılın hatrına “sen” kalayım.” (Cemal Süreya)
“Kalbimin kızıl saçlı bacısı” (Nazım Hikmet) gibi daha saymakla bitmeyecek kadar çok değerli ozan ve şairlerimiz varken; buram buram sevda yüklü şiirleri, türküleri ve şarkılarıyla zengin olan bir toplumun kendi ürettiği sevgi dilini yitirip böyle özenti, manasız, gizemsiz üç beş sözcüğe sığınması hüzünlü değil mi?
Kim bilir belki de bu yüzden aşklar, dilden inip gönül fırınında yanmayınca sevgiye dönüşemiyor; iktisadi bir ürün gibi kolayca tüketilen bir metaya dönüşüyor…
“Sana gelen bana gelsin” ve “Kirpiğin kaşına değdiği zaman, vur beni” Popüler kültürün yıldızlarından Tarkan da bir şarkısında halk edebiyatında çokça kullanılan bize özgü dilimizden bir örnekle; “belindeki kemer olayım” derken yüreğimize dokunmuyor mu?
Hangi dil hoştur? “seni istiyorum” gibi metaryalist ve şehvet kokan bir cümle ve “ölürüm senin için” ler mi yoksa bizim ruhumuzdan esintiler taşıyan ifadelere sahip cümleler mi?
Yârim, olmuş sevgilim; can/canım/ömrüm, olmuş aşkım…
Elbette ki sevgiyi anlatan her sözcük güzeldir; güzeldir de ruhunuzu eklerseniz…
Ancak ruhun eklenmesi için öncelikle cananın, canda olması daha sonra da film dublajları gibi konuşmak yerine kendi sevgi dilimizi kullanmamız daha içten ve sıcak değil mi, ne dersiniz?
Son zamanlarda ömür biçilmesi moda olan, sadece dilde ve tende değil, yürekte de yeşillenen, ne yazılsa yazılanı az gelen, özgün sevdaları yaşamanız dileğiyle…
Sevgilerimle…
guldalicoskun@hotmail.com
twitter.com/gulcoskun34