Kürtler, bu ülkenin asli unsurudur. Ancak; Lozan’da azınlık sayılmadıklarından, o haklarından yararlanılmadığı gibi, aslî unsur olmanın gereği de yerine getirilmez. Akabinde Kürtlerin çeşitli tarihlerde ayaklanması, Dersim başta olmak üzere kitlesel katliamlarla bastırılır. Daha sonra Devlet, inkâr politikalarını uygulamaya koyar.
Kürt kimliğini yok sayan kurucu akıl, Türkiye’deki herkesi Türk kabul eden üniter devleti inşa eder. Bu akıl; aslında o etnik kimliği de inancından, kültürüne kadar çeşitli inkilâplarla dizayn etmeye çalışır ve tarihinden kopuk, köksüz ve yüzeysel batı hayranı tek tip bir vatandaş oluşturmak ister. Bu dayatmaya karşı çıkan Kürtler ve İslamî kesim, yani sistemin iki zencisi, asimile olmamak için çeşitli mücadeleler verirler.
Kürtler, 80 darbesinden sonra silahlı mücadeleye başlar. PKK, devletin inkâr politikaları nedeniyle halkın kurtarıcı gibi gördüğü bir örgüt olur. Zaten, örgüt yapısı farklı düşünce ve ideolojiye de geçit vermez ve insanlar siner. Devletin de yanlış politikaları karşısında halk, PKK’ya destek verir ve böyle geçen bir 40 yıl olur. 90’lardan sonra Erbakan ve Özal çözüm istese de, her iki tarafın içinde konuşlanmış derin yapıların engeline takılırlar. Sonuç; 30 yılda kaybedilen 40 bin can, geri kalmış, darbe ve krizlerle boğuşan bir ülke.
Gelelim sistemin diğer zencisine. Hiçbir şekilde silaha ve şiddete bulaşmamış, hatta sabrıyla sinir bozan(!) İslamî kesim. Defalarca partileri kapansa, hapse de atılsalar, başörtüsü için bile uzun bir mücadeleyi göze aldılar. Bu kesim 2002’de ezici bir çoğunlukla iktidara gelmeyi başarsa da, hâla tuhaf bir kültürel elit iktidar bunu kaybetmemek için makyavelist tutumla, akla hayale gelmedik oyunlara başvurmakta.
AK Parti, akıllı bir başlangıç yaparak AB yolculuğu ve demokratikleşme ile beklenmedik bir sinerji yaratıyordu. Gerek Kürt halkı, gerekse aydınların desteğiyle ve aynı zamanda bürokratik oligarşiyle savaşıyordu. İktidarı boyunca Kürtleri rahatlatacak adımları atıyor, ancak PKK şiddeti de çözüm sürecine kadar artarak sürüyordu. Hatta, AK Parti’nin darbeyle devrilme olasılığını satın alıyor, 2004’den itibaren toplumda infial yaratacak eylemler ortaya koyuyordu. Ne zaman TSK’dan ümit kesildi, Hükümetle iletişim yolu açıldı; örgüt tarafından gençlere söylediklerinin tersine bağımsız Kürdistan taleplerinin olmadığı da ortaya konuyordu. Dolayısıyla bu sorun artık, Hükümet için hakların iade edilmesi ve demokratikleşme anlamı taşıyordu.
Birçok şeyin eskiye nazaran daha rahatça konuşulabildiği o günlerde aydınlar, yazar ve gazeteciler bu ülkede “Güneydoğu Sorunu” değil, “Kürt Sorunu” olduğunu yazdı ve çözüm için çeşitli fikirler öne sürdüler. Henüz süreç başlamamış ancak, Oslo’dan haberimiz olmadığı günlerde “EDİ BESE” başlıklı yazımda, gerekirse bir referandum yapılmasını, hiçbir canın topraktan daha kıymetli olmadığını yazmıştım. Malum zihniyetin tüm karşı çıkmalarına, mahallemizden aforoz edilmeye, “hain, satılık, kalemşör, yandaş” gibi sıfatlarla saldırılmasına takılmayıp Kürtlerin hakkını savunup, bir çeşit baskı oluşturduk. Sürecin resmen ilan edilmesiyle de buna zarar verecek her şeye adeta siper olduk. Sadece Kemalistlerin değil, sürece inanmayan (şimdi anlaşılıyor ki) özellikle gençlerin alttan alta çeşitli algı yöntemleriyle güvenmemesi için Hükümeti ve yapılanları itibarsızlaştıran bir yapı daha varmış karşımızda.
Ne çelişki ki, sürecin bir tarafı aslında hiç çözümden yana olmadığı gibi, devlet ile de bir sorunu yokmuş. Onun sorunu, belki de yüzyıldır ilk kez, çözüme en çok yaklaştığı için Kürt halkının da güvenini kazanıp, kendi hegemonyasını tehlikeye düşüren AK Parti’ydi. Elde edilen tüm kazanımlar yok sayılmış, açılan siyaset kanalları (kendi kimliği ve diliyle) dahi tehlikeli görülmüş, sunulacak bir şeyleri olmayınca yeniden halkı manipüle ederek, istismar ortamının oluşturulmasına çalışılmıştı. Kullanılan yöntem, eski Türkiye’nin vesayet destekçisi medyanın yöntemleriydi ve bize yabancı değildi. Yine susmadık, yine yazdık çizdik, ancak karşımızda bırakın HDP-PKK’yı, Türk Solu, eski-yeni tüm vesayet ortakları (medya-cemaat), özetle statükocu güçler, kalkıp Kürt sorununu, masaya yatıran bir kişinin varlığına indirgeyerek top yekün savaş açılmıştı. Cinayetse cinayet, yalansa yalan; her şey mübâh. Halkın kötü geçmiş hafızasının istismarı da asabiyet etkisiyle kolaydı.
İşte bu noktada; Kürt aydın ve yazarlarına sesleniyoruz. Biz, ceberrut yapıyla birlikte savaştık. Sizler haklı olarak TC’yi eleştirirken destek olduk, asabiyet bağıyla savunmadık. Şiddete karşı durduk. Bu meselenin ancak adil davranılarak çözüleceğini savunduk. Aynı sorundan muzdarip, başka ülkelere göre iyi de bir mesafe almışken, günlük sığ politik söylemlerin, PKK’nın yeniden ateşkesi bozması için neden olamayacağını ve silahları bırakması gerektiğini daha yüksek sesle Kürt halkıyla, STK’larla, bazı gençlerin “benim adıma öldürme!” kampanyalarını öne çıkararak, kulakları yırtarcasına haykırmalısınız. Kendi hegemonik anlayışa göre yasaları olan bir örgütü kime şikâyet edebilirsiniz? Oysa devleti şikâyet edeceğimiz bırakın mercileri, bu sürece yürekten inanmış, yeniden olası bir yanlışa “dur; benim kardeşimin hakkını yeme” diyecek gerçek dostlarınız var.
Daha önce başarmadık mı; şimdi yine, neden olmasın! Bu saatten sonra sorunu, öncelikle Kürt halkının PKK şiddetine “dur” demesi çözer.
guldalicoskun@hotmail.com